|
"
İnsan yakınlaştıkça yakınlarından ayrı,
Belli ki
yakınımız yoktur Allah'tan gayrı"
|
Elhamdülillah!
Şeriat
cisimle, cesetle olan bir şey. Kalbimizi bütün kötü niyetlerden kötü
düşüncelerden muhafaza etmek lâzımdır.
Allah'ın
emirlerini yaparsak şeriatı işlemiş oluyoruz. Cesetle olan
ibadete ŞERİAT diyoruz.
Tarîkat'a
gelince, kalb ve ruh çok önem taşıyor. Daha ziyâde kalbimizi
gafletten koruyacağız. Gaflet hangisidir? Allah'tan başka,
Resulullah'tan başka, kalbimizde ne varsa bunların hepsi muhâliftir.
Bunları atmaya çalışacağız. Niçin? Çünkü kalbimiz
vücudumuzun padişahıdır. Herşey kalbimize geliyor ondan
sonra vücudumuzu fiiliyata geçiriyor. Bunun için
"Din
nasihattır, din nasihattır" buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Nasihat
ise ikidir:
1. Vaaz
vardır (Zâhir).
2. Sohbet
vardır (Bâtın).
Sohbet
insanların kalbinden. Sebep ne oluyor buna, sohbeti kim çekiyor, kim
meydana getiriyor?
Sohbeti
ancak dinleyenlerin ruhu çeker. Mesela şöyle ki: Hasta gider, doktora
hastalığını söyler. Doktor onu dinler, kitaplarına
bakar, senin derdin şuymuş, hastalığının ilacı
da şu der. İşte bunun gibi, ruhumuz da bir hastalık içerisinde,
kalbimiz de bir hastalık içerisinde olduğu için, biz de burada
toplanmışız. Sanki muayenehaneye gelmişiz. Doktor bizi ne
yapıyor? Dinliyor. Ama bu ruh muamelesidir. Beşeriyette insanlar ayrı
ayrıdır. Hani bir müptedi var bir de müntehi var. Bir avam var. Bir
de havas var. Fakat mâneviyata gelince, tarîkata gelince bunlarda ayrılık
yoktur. Ruhlar birbirleriyle anlaşıyorlar
Burada sohbeti ruhlar cezbediyor.
Bakın
kelâm-ı kibârda şöyle:
Bahr-i aşkın
katresi ol sohbet-i mevlâ ile
Katreler
deryâ olur cemiyet-i kübrâ ile
Bahr-i aşk
: Allah için birbirlerini sevenler. Allah için birbirleriyle buluşanlar.
Niçin
geldik buraya? Allah için geldik. Herhangi bir maddî iş değil.
Birimizin menfaati değil veya bir akraba ziyâreti değil. Bu cemaatin
her birisi bir memleketten gelmiş. Hiçbir kuvvet tutamaz bunları.
Bunları bir araya Allah sevgisi toplamış.
Buraya
Allah için gelmişler. Âlimdir. Kâdirdir Cenâb-ı Hakk. Toplamaya kâdirdir.
Toplananların da ne için geldiklerinden haberdardır. Âlimdir Cenâb-ı
Hakk. Ehl-i aşklar, bir araya gelirlerse onların sözleri Hak'tan
tecelli eder. Ruhtan tecelli eder. Ruhlar cezbeder. Cezbeder ama, bir cemaatta
100 tane insan varsa bir tanesi konuşur. Ama konuşturan kim olur onu?
O cemaat konuşturur. Fakat cemaat ne kadar çok olursa orada cezbe o kadar
fazla olur.
Katreler
derya olur cemiyet-i kübrâ ile
Büyük
cemiyetler olunca katreler deryâ olur. Buradaki katrenin anlamı ne? O
cemaatin muhabbetleri, sevgileri... Muhabbetler birleşince ne yapıyor?
Bir cüz'î irâde sahibinde, bir kişide tecelli eden sözler deryalar gibi
çoşturuyor. Söylenen sözler deryalar gibi coşturuyor. Allah diye bağırıyorlar.
Bunlar kendileri mi bağırıyorlar? Onları bağırtan
ne oluyor? Konuşulan kelâmlar. Bu kelâmlar nerden zuhur etti . Ruhtan.
Ruhu konuşturan kim oldu ? Cemaatin isteği oldu.
Kibrid-i
ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil
şehrinde bırakmaz pası
Beraberdir
Pir-i Tâgi Mevlâsı
Daim
cezbederler me'vâya bizi
Yani bu
cemaati buraya toplamışsa kim toplamış? Bizim şeyh
efendimiz. Dede Paşa Hazretleri. Onunla tanıdık
birbirimizi. O'nunla tanıdık. O zaman demek ki bu günahkâr, Abdurrahîm
konuşmuyor. Abdurrahîm ne demek? Rahîm'in kulu demek, bu günâhkâr, Rahîm'in
kulu konuşmuyor. O hâlde konuşturan kim oluyor? Sizin arzunuz. Sonra
Mübarek Dede Paşa'nın bize zâhirde olan bir emri var. Bir de mâneviyatta
da bizim ruhumuz O'ndan alıyor. O bizim ruhumuza veriyor gücü, kuvveti,
ilmi, bilgiyi. Konuşturan O oluyor. Biz konuşmuyoruz. Onun için bir
kelâm-ı kibârda:
Ey birâder
sözlerime tut kulağ
Sanma anı
söyleyen dil ya dudağ
Hey
dinleyenler diyor sanma ki bunu dil, dudak konuşuyor. Bunu ruhu konuşuyor.
Ruhu kim? Ruhu râbıtasıdır.
Efendim
sultanım ruhu revânım
Vermezem
terkini bin kan olursa
Ne mümkün
ayrılmaz çıksa da cânım
Alemde kâinat
düşman olursa
Cenâb-ı
Hakk bu gibi nimetleri bahşetmiş, onun için kelâm-ı
kibârda buyuruyor ki:
Yalnız
natüvan cismim değil masum-u kalp hasta
İnsanların
kalbi masumdur, ruhu da masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lâzımdır.
Nasıl bir çocuğu muhafaza ediyorsanız, nasıl bir çocuğu
ebeveyni, velisi muhafaza ediyorsa . Kalbimizin ebeveyni kim oluyor? Elimiz,
dilimiz, gözümüz, kulağımız. Burda bir de akıl var. Aklımızla
düşünecek olursak eğer, elimizi, dilimizi, gözümüzü, muhafaza
edersek eğer, o zaman kalbimiz masum kalıyor. Eğer yasak olan
şeyleri yaparsak, bu masum kalbe hakaret etmiş oluyoruz. Zulmetmiş
oluyoruz. Onun için insanlar, hâli, fiili, ameli ile terakki ederler. Vücut
aslında fiilinden ve amelinden mes'uldur. Hâlinden mes'ul değildir. Hâlinden
olan mesuliyeti şu kadar ki: Gönlüne gelen kötü bir niyeti varsa onu
atması lâzım. Atarsa mesul değil. Atmazsa mes'uldür. Atmazsa eğer,
o kötü şey onda büyür, çoğalır.. İnsanların
kalbini neye temsil etmişler? Bir suya temsil etmişler.
Bir
nehir var akıyor. Bir de göl suları var. İnancımız var,
Allah, bizi halk etmiş. Günah, hayır, şer. Bunlara bir inancımız
var. Günah sevap, hayır, şer gibi düşünceler kalbimize geliyor.
Onun günah olduğunu biliyoruz, işliyoruz. Şer olduğunu
biliyoruz, yine işliyoruz. İnanmayanlar için böyle şeyler zaten
yok. Günah, sevap, hayır, şer onlar için yok. Ama inananlar da vardır.
Hayır, hayırdır. Şer de şerdir. Her an bunlara itikat
etmek lâzım. Hayıra hayır demek lâzım. Şer'e de
şer demek lâzım. Haram'a haramdır diye inanmak lâzım. O
inancı yaşamak lâzım. Haram olduğunu bilmiş de yine işlemiş.
Yine onu işlememek lâzım. İşte bizim de gönlümüze bazı
yasak olan şeyler gelebilir. Bunu fiiliyata geçirmeyeceğiz.
Sonra
tasavvufa gelince kabız hâli, basıt hâli vardır. İnsanların
kalbinde tecelli eden hâller var. Halbuki hâli, fiili, ameli ile terakki eder
insanlar. Kimler? Müslümanlar. Hâli, fiili amelleri ile cemaat gelişir.
Ameli, ibadeti. Ameli, tarîkattan almış oluduğu hizmetleri.
Fiiliyatı da tatbikatı, hareketi, sözleri ve işlemleri. Bunları
da madem ki tarîkatı varsa ona göre işleyecek. Kim? Bu cemaat. Yani
her geleni söylemesin. Konuşmasın. Onu bir defa düşünsün.
Ondan sonra onu konuşsun. Şeriata, tarîkata tatbik edince, söylemiş
olduğu sözün bir zararı gelecekse söylemesin. İnsanlara zarar,
kendisinedir. Söylediği söz birisini küstürüyorsa, darıltıyorsa
veya o söz birisini aldatıyorsa yine zarar kendisi içindir. Evet sözlerini
düşünerek yapacak. Bunlar fiiliyatıdır.
Fakat hâl
deyince: Hâl irâdenin dışındadır. Yani verilen verilmiştir.
Ameli, ibadeti, hizmeti. Bunu kendi irâdesiyle işliyor. İşleyeceği
fiiliyatı da onun elindedir.
Kabız
hâli, basit hâli :
Kabız
hâli nasıl olur?
Kabız
hâli: Sebebli, sebepsiz, görünür, görünmez, bilinir, bilinmez, bir
kimsenin kalbine gelip de, kalbinde onu rahatsız eden her ne olursa olsun,
bu kabız hâlidir. Bu gelir; buna mani olunmaz. Bunu atarsa, bu geleni
atarsa ne yapmış oluyor? İşte onun kalbi câri bir nehir,
kuvvetli büyük bir nehir. Bazı şehirlerin içerisinden akıyor
nehirler. O nehire bütün insanlar tarafından ev zibilleri, sokak
zibilleri ne kadar atılsalar bu nehiri kirletebilir mi? Kirletemezler. Çünkü
bu nehir büyük bir nehir, düşeni alıp götürüyor. Büyük
cisimleri de alıp götürüyor. O nehir kirlenmiyor. Yalnız eğer
bir göl suyu varsa; bir birikmiş su varsa, insanlar tarafından atılan
herşey orada kalıyor. Götürmüyor. Götürmeyince ne oluyor? Göl
suyu pis oluyor. Ama nehiri pis edemezler. Zaten şeriatımızda
cihad vardır. Tarîkatta da cihad vardır. Tarîkattaki cihat nefis
cihadıdır. Nefis mücadelesidir. Nefis mücadelesi ne ile doğar?
Kabız hâli, basıt hâli ile doğar. Kabız hâlinde de mücadele,
cihad vardır. Basıt hâlinde de mücadele, cihad vardır. Basıt
hâlindeki cihad, onunla meşgul olup onu anlamak, onu oyalamak. Onu kendi hâline
bırakırsan, o da gidebilir. Onunla biraz meşgul olup direnmezsen,
o kabız hâli sende durur. Çoğalır. Kabız hâli geldiği
zaman onda da bir mücadele var. Onu da atmak lâzım. Onu atamazsan eğer
o orada durur. Hem o göl suyu pis etmiş gibi kalbi pis eder. Hem de orada
büyür. Çoğalır.
Yalnız
burada müridin görevi nedir? Kabız hâlini atmak için cihad edecek. Attı.
Geldi. Attı. Geldi. Atar, yine gelir. Atar yine gelir. Ama atmazsa devamlı
duracak onda. O mekan tutacak orada. Ama atıyor yine geliyor. Ata ata ne
olacak? O neyse ondan kurtulacak. Atamazsa eğer, o orada kökleşir.
Temelleşir. Müzminleşir. Müzminleşirse atamaz. İşte
burada kabız hâlinin gelmesinden maksat vücudun havflenmesi, ilticası,
yalvarması.
Kime
yalvaracak? Allah'a yalvaracak.
Kime
yalvaracak? Resulullah Efendimize yalvaracak.
Kime
yalvaracak? Râbıtasına.
Bu da yine
bir hâldir. Her mürit değişiktir. Kimi mürit Allah'a sığınır.
Bu gibi şeylerde bazısı da Resulullah Efendimize sığınır.
Haktır. Bazısı da râbıtasına sığınır.
O da haktır. Niye bu böyle oluyor? Mürit esmadan alıyorsa nurunu, o
zaten râbıtasına sığınır. Onun alış
verişi râbıtasındandır. Kurtulmak istediği şey için
râbıtasına yalvarır. Bunu ancak erbabı bilir.
Her mârızın
derdine göre verirler şerbeti
Bak her ne
kadar bir mürit râbıta nuru ile ihâta edilmişse de, bu ancak kendi
itikadındadır. Muhâliflerin yanında bunu gösteremez.
Onun için
:
"Tarîkatı
olmayanın yanında tarîkat sohbeti yapmayın. Tarîkatı
olmayanın yanında meşâyihten bahsetmeyin."
deniliyor. Çünkü onlar anlamazlar. Bilmezler. Tarîkatı
olmayanlar, meşâyihi bilmezler. Tarîkatı olmak, meşâyihi
bilmek, Allah'ın büyük bir lütfudur. Büyük bir sırrıdır.
Niye? Çünkü insan esmâ nuruna ulaşmazsa sıfat nuruna geçemez ki.
Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın düsturudur. Esma nurundan sıfat nuruna
geçilir. Sıfat nurundan zat nuruna geçilir. Demek ki burada bizim
anlayacağımız nedir?
Fenafişşeyh
olmadan fenafirresul olunmaz. Fenafirresul olmadan da fenafillah olunmaz. Bu
haktır. Allah'tan gelen ruh Allah'a gitmiyor mu? Ayet-i Kerime ne buyuruyor?
"Allah'tan
geldiniz. Allah'a gideceksiniz."
Ama bu zâhir
anlamda. Aslında Allah'tan gelmedi cesedimiz. Cesedimizi Allah halk etti
ama...
"Biz,
Adem'i topraktan halk ettik." buyuruyor
Cenâb-ı Hakk.
Tealallah
ne hûb zibâ yaratmış kâmil insânı
Cenâb-ı
Hakk :
"Biz
insanı çok güzel yarattık, çok güzel halk ettik"
buyuruyor. Ama kim bu kâmil insan? Kendisini yetiştiren bir insan.
Ama insanlar kendilerini yetiştiremezler. Bir yetiştiriciye muhakkak
ihtiyaç vardır. Bizim mürebbimiz Meşâyihimiz.
Özün bir
pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten
murad şâhım mürebbî kâmil
olmaktır
Bir meşâyihe
teslim ol. Özünü ona teslim et diyor. Onun kapısında bekle diyor. O
yetişmiştir. Seni de yetiştirir.
Fiilimiz,
amelimiz elimizde. Fiiliyatımız elimizde. İrademize verilmiş.
Fakat hâl de ikidir.
1. Kabız
hâli
2. Basıt
hâli
Kabız
hâli sıkıcıdır. Meşru ve gayri meşru şeyleri
düşündürür. Maddiyâtı düşündürür. Veyahutta kin, buğz,
haset, herşey..
Bunlar ne
oluyor? Bunların hepsi kalbimizi rahatsız eden, bunaltan, sıkıntı
içerisinde bırakan şeylerdir. Bunlar gelir.
Gam gelmez
dememişler, gam eğlenmez demişler.
Bunlar
gelir. Gelmesinden maksat vücudun havfi, havfe düşmek, Cenâb-ı
Hakk'ın Celâl sıfatının tecellisinden oluyor. Fakat
insanlar, Celâl'inden gelen, her ne gelirse gelsin Cemâl'e çeviriyor. İbrahim
Hakkı Hazretlerinin emri budur:
"Hak
şerleri hayır eyler." buyuruyor.
Hakk
şerleri hayr eyler. Anlaşılmasın ki sen veya ben şer işleyelim
de Hakk bunu hayır etsin. Hayır! Madem ki Peygamber Efendimiz :
"Benim mürebbim Rabbim. Beni Rabbim terbiye etti."
diyor.
Bunun zâhirdeki
anlamı nedir? Peygamber Efendimiz ümmîdir. Yetimdir. Annesi yoktu. Babası
yoktu. Okutmadılar. Mektep medrese görmedi. Ama O tıfl iken, onda bir
ilim vardı.
Tıfl
iken ol dilerdi ümmeti
Sen gocaldın
terk edersin sünneti
Tıfl
iken! Bu ne? Anasından dünyaya geldi, hemen secdeye kapandı. Seni,
beni, ümmetini diledi. Hani onda bir ilim olmasaydı, ne bilyordu ümmetini?
Nereden biliyordu? Meşâyih sohbetinde tarîkat sohbetinde buyuruyorlar ki
büyüklerimiz, Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimizi O'nu bir hoca talebeye
ders verir gibi bin sene okutmuş. Zaten kendisi de buyuruyor ki Peygamber
Efendimiz :
"Evvel
benim ruhumu halk etti, evvel benim aklımı halk etti, evvel benim
nurumu halk etti."
Öyle ise,
bizim de bir mürebbiye ihtiyacımız vardır. Biz de ruh sahibiyiz.
Cenâb-ı Hakk bize de ruh üflemiş. Öyle ise, bizim de ruhumuzun mürebbisi
olacak. Mürebbisiz, ruh yetişmez.
Bizim mürebbimiz
kim? Mürşidimiz. Allah, şeriatımıza göre cüz'î irâdemize
göre bize emretmiştir. Şerden sakının, kaçının
demiştir. Şerre rızası yoktur. Hayra rızası vardır.
Ama Hak'tan tecelli eden hayırlar, şerler var. Bizim hastalığımız
bize şer görünüyor. Bizim fakirliğimiz bize şer görünüyor.
Bu da nedir? İllet, gıllet, zilllet. Ama bir tane mi illet var? Bin
tane illet var. Bunlar nereden geliyor. Allah'tan geliyor. Ama bunların
hepsi bizim için şer. Mademki herhangi bir hastalık bizi rahatsız
ediyorsa, rencide ediyorsa.. Fakirlik, yoksulluk, büyük zararlar, üzüntüler,
kederler.. Nedir bunlar? Şer görünür. Allah'tan tecelli eden şer
bunlardır. Bir de biz hayır düşünüyoruz. Hayra yoruyoruz. Sen
iyi niyetlisin, insanlara iyilik yapmak istiyorsun. Fakat senin karşına
çıkan insan da sana kötülük yapıyor. Bak! Ondan da kötülük
geliyor sana. Nedir işte bunlar: İllet, gıllet, zillet.
İllet:
Hastalık. Gıllet: Maişet darlığı, fakirlik. Zıllet:
Cemiyette itibar yokluğu.
İlim
olmazsa cihanda insanlar azar kalır yabanda
Böyle tarîk-i
müstakîmden kaymış, kitaptan, sünnetten kaymış bir insanın
da irâdesi var. Onun da fiiliyatı var. İşte bunlardan insana hayır
gelmez. Kitaptan, sünnetten haberi olan iyi insana kitaptan sünnetten haberi
olmayan insandan şer gelir. Bunu da Allah'tan bileceğiz ki Cenâb-ı
Hakk bunu hayıra tebdil etsin. İşte burada ne oluyor? Kabız
hâli oluyor. Kabız hâli gelince ondan
sıkılacağız ki Allah bizi ondan kurtarsın.
Basıt
hâli geldiği zaman çok şükredeceğiz, şükredeceğiz
ki Cenâb-ı Allah bizde basıt hâlini çoğaltsın. Burada ne
oluyor? Burada cihad yapılıyor. Yapılan cihad da kabız hâlini
küçültüyor. Tamamen atmıyor. Tamamen atmış olsa bile daha
geliyor. Kabız hâlinde, insanların kalbinde yüz bin çeşit düşünce
olur. Bu düşünceler birden atılmaz. Bunlar zaman zaman gelirler. Her
geldiğinde mürit, bunlardan atarsa, cihad yaparsa azaltabiliyor. Kabız
hâli küçülüyor. Kabız hâli küçülünce basıt hâli büyüyor.
Nasıl ki geceler kısalınca günler uzar. Kabız hâli bir müridin
kalbinde karanlıktır. Kalbini sıkar bunaltır. Karanlık
gecede insanların kalbi nasıl sıkılıyorsa, müridin
kalbi de öyle olur. Ama bunu atmaya çalışmalıdır. Eğer
kendi hâline bırakırsa orada kalacaktır. Atamazsa orada kalır.
Ne ile atar? Allah'a sığınmakla. Resulullah'a sığınmakla.
Râbıtasına sığınmakla. İyi şeyleri düşünmekle.
İyi işlemler yapmakla. Bunları ancak böyle atar. Ama bunu kendi
hâline bırakırsa kökleşir, büyür, perçinleşir. Müzminleşirse
atamaz. Atıyorsa o bir daha gelir. Üç saat sonra, bir saat sonra yine
gelir. O gelişinde evvel ki gelişi gibi durmaz. Onu bir daha atar cihâdını
yapar. O üçüncü gelişinde ikinci gelişi kadar bile durmaz. Yani böyle
tedricen tedricen bu kabız hâlini insan zamanla cihad yapa yapa azaltır.
Basıt
hâlini de cihadla çoğaltır. Biri azalır, biri çoğalır.
Ne zaman ki kabız hâli onda tamamen kesilirse, basıt hâli de tamamen
kalırsa o zaman cihadını yapmış olur.
Cihâd-ı
Ekberi yaptı, mücadelesini kazandı. Zaten büyük cihad, nefisle mücadeledir.
Kahraman
olanlar hasmını bastı
Kemankeş
olanlar yayını astı
Burada
kahraman kimdir ? Kahraman, güçlü.
Hasım
kimdir? Bizim en büyük hasmımız nefsimizdir. Nefsini yenen kahramandır.
Kemankeş olanlar da vurucu, atıcı demektir. Avını
vurduktan sonra silahını taşımaz. Çünkü bu silahı avı
için taşıyordu.
Bu
cihad ne zamana kadar devam eder? Kabız hâlinden kesilene kadar devam eder.
Az da olsa bu cihad devam eder.
Kabız
hâlinden kesildikten sonra gelen basıt hâli ne oluyor? O hâller bitince
müritte makam oluyor. İnsana gelip giden hâldir. Eğer ki o ne zaman
yerleşiyorsa makam oluyor.
Bu
ne zaman olur? Anâsır-ı zıddıyet değişirse o
zaman olur. Anâsır-ı zıddıyet, dört eczadan halk edilen
ceset. Bunlar su, ateş, toprak, hava. Bu maddeler değişiyorlar.
Bize zararlı olan sıfatları bize yararlı sıfatlara dönüşüyor.
Bu da ne ile oluyor?
Nefsimizle
olan cihad çok çetindir. Çünkü Cihâd-ı Ekberdir. Peygamber Efendimiz
de buyuruyor: Muharebe-yi Kebîr. Yani insanın nefsi ile mücadelesi Uhud
Muharebesinden daha büyük diye buyuruyor. Uhud Mücadelesinde çok zayiât
verilmiştir. Nefis mücadelesi ondan daha büyük oluyor.
Bakın
şimdi, amelimizde bir eksiklik bırakmıyacağız. Bırakacak
olursak eğer, hatamız olur, noksanımız olur. Fiiliyatımızda
da eksiklik bırakmayacağız. Hâlimizi de cihadla tebdil edeceğiz.
Çalışmakla, sa'yla tebdil edeceğiz. O hâlde nedir? İşte,
sebepli, sebepsiz, bilinen, bilinmeyen, görünen, görünmeyen, kalbimizdeki
bizi rahatsız eden herşey kabız hâli. Bunları ancak Allah'a
sığınmakla, Allah'ı zikretmekle, şeriatımızı,
tarîkatımızı işlemekle, râbıtamıza sığınmakla
tedricen, tedricen azaltırız.
Bunları
zamanla değiştireceğiz. Değişiyor bunlar.
Meşâyihe
gerektir tâbi erler
Sülûke
girüben tevbe ederler
Fiiliyatımız
elimizde, amelimiz elimizde, hâlimiz elimizde değilse, Cenâb-ı Hakk
ne buyuruyor?
"Her
hâlinizle Bize, Azimüşşan'a rücu edin."
Her hâlinizle.
Sadece sıkıntılı zamanımızda mı Allah'a
yalvaracağız? Yok. Geniş zamanlarımızda da, safâlı
zamanlarımızda da Allah'a şükredeceğiz. O'nu unutmayacağız.
O'nu zikredeceğiz. Fakat sıkıntılı zamanımızda
da yine Allah'a sığınacağız. Kurtulmamız için
Allah'a sığınacağız. Bunun için Cenâb-ı Hakk:
"Her
hâlinizle Bize, Azimüşşan'a sığının."
buyuruyor.
Muhakkak
bizim de bir cihâdımız oluyor. Cihâdımız ise: Bu kötü
zamanlarımızda bize vesvese veren, bize kötü düşündüren, kötü
niyetlerle mücâdele. Bunları ne yapmak lâzım? Bunları tebdîl
etmek lâzım.
Onun için
bakın:
Hevâyı
Hû'ya tebdîl et
Bir nefes
var insanın içinde "Ha", "Ha", "Ha" ile alınıp
verilen bir nefes, nefesinden insanlar haberdâr olsunlar olmasınlar, bir
"Ha" ile bir de hava ile girip çıkıyor. Bu nefesleri
insanlar Allah'ı zikretmeden alıp veriyorlarsa boşuna. Bunu Hû'ya
tebdîl etmek ne demek? Bir kimse nefesini Allah'ı anaraktan, alıp
veriyorlarsa, O da hevâyı Hû'ya tebdîl ediyor.
Bu
"Hû" da Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir ki, o nasıldır?
Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismi sıfatlarının ismi. Lafza-ı
Celâl de Cenâb-ı Hakk'ın zatının ismi. Sıfatları
var. Sekiz sıfatı var. Bu binbir isim (esma) Allah'ın sıfatları
olan isimlerdir. 99 Esma-ı Hüsna var. Bu da binbir isminden seçilen
isimlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın zatına mahsus olan bir isim Lafza-i
Celal'dir. Bu, insanların kalbinde yazılı imiş. Cenâb-ı
Hakk onun için buyuruyor:
"Kulum
Ben sana şah damarından daha yakınım."
Fakat, eğer
bir insan, kalbindeki o Lafza-ı
Celâl'i diriltiyorsa.. Neyle diriltir? Zikrederek. Allah, Allah, Allah, diye.
Ama zannetmeyelim ki 24 saatin içinde bizim 15 dakikalık zikrimiz var. Bu
diriltemez, onu. Bu bir hizmettir. Ama himmettir.
Bizim
kalbimizi dirilten himmettir. Bunun için de hizmet vardır.
Meşâyihler
ne buyuruyorlar? Alırken unutmayın Allah'ı, verirken unutmayın
Allah'ı, yerken unutmayın Allah'ı, içerken unutmayın Allah'ı.
Her işi yaparken unutmayın. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah
dedirtin. Bunu lisana getirmeye gerek yok. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah,
Allah, dedirtin.
Bu nasılmış?
Bakın bir insanın kalbine Allah dedirtinceye kadar, bir say'ı
var. Zorlanması var. Çalışması var ama kalbi dirilip çalışıyorsa,
o zaman bırakıyor. O zaman da Allah'ı unutmak istiyor da unutamıyor.
Yani kendisini neyle meşgul ederse etsin, o Allah'ı unutsa bile Allah
onu unutmaz. Allah'ı unutayım diye zorlasa bile Allah'ı unutamaz.
Çünkü orada bir sıfat, meleke meydana geliyor. Onun için Cenâb-ı
Hakk buyuruyor:
"Bizim
öyle kullarımız var ki, onların ticaretleri zikirlerine mani
olmaz."
Kimler
bunlar? Zamanında Allah'ı unutmamışlar. Kalpleri ile
zikretmişler. Çalışırken, yerken, içerken, gezerken, alırken,
satarken, Allah, Allah, Allah diye diye onların kalpleri dirilmiş.
Harekete gelmiş canlanmış. Kalpte yazılmış olan
Lafza-ı Celal'in arkasında bir ampul yanınca parlaması gibi.
"
Kulum, Ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor
Cenab-ı Hakk. Demek ki insanlar Allah'ı zikrede zikrede Esma Nuru, Sıfat
Nuru, sonra Zat'ının Nuru tecelli eder insanların kalbine.
Esma
nuru nedir? Biz tarîkata girdik. Esmâ nuru çekiyoruz. Bu nedir? Allah, Allah,
Allah.
Başka
tarîkatlarda da Allah'ın binbir isminin herhangi birisi ile zikrediliyor.
Yalnız buradaki himmet kudsiyet. Onun için Nakşî tarîkatı
hepsinden üstün oluyor. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurmuş
ki:
"Sâir
tarîkatların nihâyetini biz bidâyete getirdik."
Yalnız,
bütün tarîkatlarda çalışırlar, çalışırlar...
3 sene, 10 sene, 20 sene, 30 sene bir kâra ulaşırlar. Biz onu tarîkata
ilk girene veriyoruz. Sâir tarîkatların nihâyet kârını biz
bidâyete getirdik.
İşte
bunlar, sâir tarîkatlar, esma nurundan sıfat nuruna, sıfat nurundan
zat nuruna geçiriyorlar. Onlara çeşitli esmâ çektiriyorlar. Ama bizim
zikrimiz Lafza-ı Celâl. Bütün isimleri, binbir isimi toplanıp
geliyor. Lafza-ı Celâl'de toplanır. Orada bitiyor. Öyle ise yeter ki
kalbimizi Allah ile meşgul edelim. Allah, Allah, Allah...
Allah ile
meşgul edebilelim. Ne lâzım bize? Sa'y
lâzım.
Zaten Cenâb-ı
Hakk:
"Beni
çok zikredin." Buyuruyor.
"Beni
ayakta zikredin, otururken zikredin, yerken, içerken, gezerken, uyurken
zikredin." buyuruyor.
İrâde
sâhibiyiz. Bir şeyle uğraşırken unutuyoruz Allah'ı.
Ama o meşguliyet içinde sen sahiplisin. Senin sahibin var. Vazifen var.
Seni bir ikaz eden var. Nedir o? Râbıtan. Velâyet parmağı vardır.
Yani bâtın eli vardır. Bâtın parmağı vardır. O
uzanır sana. Sen unuttuğun zaman o uzanır, seni uyarır. Ama
zâhirde ne olur? İş görürken, mesela yazı yazarken, kalem
kayar. Veya elin bir yere sıkışır. Veya yürürken ayağın
takılır. Bunlar velâyet parmağı. Geliyor seni uyarıyor.
Unuttunsa, uyan diyor. Velâyet parmağı seni dürtüyor. Bir de ne
vardır?
Herhangi
bir şeye çalıştığın zaman yekün tutmak. Mesela
bir vâsıtaya binip gidiyoruz. Bindiğimiz vâsıtadan bir ses
gelir kulağımıza. Sen kalbini zikir ile meşgul edersen vâsıtadan
aldığın ses zikir oluyor. Bakarsın ki o da Allah diyor. Öyle
midir? Amenna ve saddakna. Ehl-i zikir için öyledir. Ehl-i zikir için makina
sesi değil bu ses. Bütün duyulan seslerin tümü Allah der.
Bütün
birbirine vurulan sert cisimlerin, arabaların, insanların, kuşların
çıkardığı ses Allah. Bunların hepsi Allah'ı zikir
ediyor. Ehli zikir olmuştur bunlar.
Kâmile
her eşya olmuştur evrat (zikir).
Buyuruyorlar
ya... Her eşya kâmile zikir, tevhid. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın:
"Sizin
cansız olduğunu zannetiğiniz her şeyin zikri vardır..."
Diye ayeti kerimesi vardır. Evet bu nedir ? Bidayette sen yolcusun. Yayan yürüyorsun.
Yolda yürürken adımlarını Allah Allah diye at. Gâfil atma.
Fakat buna da hudut tesbit et unutmamak için. Nasıl? İlerde görünen
bir nokta var. Bir ağaç var veya belli bir şey var ilerde. Oraya
kadar dikkat edeceğiz nazarımızı vereceğiz. Adımlarımız
ne kadar olursa olsun saymayalım. O noktaya gidinceye kadar adımlarını
gâfil atma. Allah Allah diyerek yürü. Bunun çok büyük eciri var. Ecire
etkisi var. Orada büyük bir ağaç var. Veya boyalı ev var. Bütün
dikkatini kullanarak Allah Allah diyerek gittin oraya. Oradan da ileriye yine
bir nokta tayin et. Yine Allah Allah diyerek yürü oraya. Yani her işinde
insanlar böyle yaparsa, zaman zaman, bu sa'y ile onda olan gaflet azalır.
Gaflet ne
? Hani bir gaflet var ki günah sevap, hayır şer, haram helal şeylerdir
ibadeti olmayanlarda. Müridin de bir gafleti var. O da râbıtasını
unutursa, Rabbini unutursa, Peygamberini unutursa müridin gafleti budur.
Bunlardan kurtulması için ne yapması lâzım? Bu gibi sa'yları,
bu gibi gayretleri göstermesi lâzım. Bu gayretlerle, gafletleri, tamamen
atıyorsa kendinden, asıl kabız hâli o zaman kesiliyor. Kabız
hâli o zaman kalkıyor. Basıt hâli kalıyor. O zaman onda bir sıfat,
bir meleke meydana geliyor.
Yerken, içerken,
yürürken, sa'y ede ede bu meleke yerleşiyor. O kişi bir işle uğraşırken
bile Allah'ı unutamaz. Unutamaz, çünkü kalp Allah dedikten sonra sen ye,
iç, ne iş yaparsan yap, kalp devam eder. O zaman ne oluyor? Senin zâhirin
halk ile; kalbin, batının Hak ile oluyor. Bunlar sa'ysız olmaz.
Bunun için çalışmak lâzım. Şeriatte çalışmak
var, tarîkatte çalışmak var. Hakikate ulaştın. Orada da
sen oluyorsun alet. Yaptıklarını sen yapmıyorsun. Konuştuklarını
sen konuşmuyorsun. Sen bir âletsin. Allah'ın bir âletisin. İrâden
yok. Seni konuşturan Allah, yediren Allah. Bakın İbrahim
Aleyhisselam:
"Beni
Rabbim yedirir, beni Rabbim içirir, beni Rabbim yatırır, beni Rabbim
kaldırır." diyor. İşte müridlerin sonu da böyle olur.
Cüz-î irâdesinde de bu var mıdır? Vardır. Bunlar cüz'î irâdede
taklit oluyor. Cüz'î irâdede bunlar mecaz oluyor. Mecazdan hakikate geçiliyor.
Mecaz ne oluyor? Râbıta-yı Nakş-ı Hayâl bizim için mecazdır.
Ama Nakş-ı Cemâle gelince mecazımız hakikat oluyor.
Oh Yarabbi,
çok şükür Elhamdülillah!
Ya, işte
öyle efendiler. Cenâb-ı Hakk bize ne nimetleri halk etmiş.
Nimetlerimizi bilelim. Nimetlerimize ulaşalım, çok nimetler halk etmiş
Cenâb-ı Hakk. Ama tabii insanların irâdesine bırakmıyor ki...
İnsanların irâdeleri ile elde ettiği nimetler vardır.
İradesi ile elde edemeyeceği nimetler vardır. Ama irâdeleri ile
elde edeceklerini edecek tabii. Elde edemeyeceğini de Cenâb-ı Hakk
ihsan edecek.
Allah'ın
kullara, insanlara çok ihsanları vardır. En büyük ihsanı: Bizi
müslüman halk etmiş. Buna inancımız var. İnancımız
dahilinde günah, sevap, bunlar var. Bunlara bir sa'yımız olacak.
İbadetimiz olacak. Allah'ın bütün emirlerini tutacağız.
Yasaklarından kaçacağız. Tarîkattaki hizmetlerimizi göreceğiz
ki, himmet alabilelim. Hizmetsiz de himmet alınmaz.
O zaman
zâhirdeki çalışmalarımızla, tarîkattaki hizmetlerimizle
ne yapıyoruz? Büyük nimetlerimizin kapısına gidiyoruz. Ama o
kapıya gitmezsek o kapı bize gelmez. Biz o kapıya gideceğiz.
[ Tasavvuf Sohbetleri 1 ]
|