Cenâb-ı Hakk her maksada bir kapı tayin etmiştir.
Bütün, her maksadın bir kapısı vardır. Her maksat sahibi
kapısını bulacak. Kapısına gitsin ki maksadına ulaşsın.
Kapı gelmez. Mesela bu neye benzer? Sen, bir yün takım elbise alacaksın.
Sen, evinde oturduğun zaman takım elbise gelmez. Kimse, senin alacağın
elbiseyi bilmez. Gidersin bir kaç mağazaya, her mağazada, senin alacağın
elbise olmaz. Bir kaç mağazaya gideceksin, rengini kalitelisini arayacaksın.
Hz. Musa, niçin gitti Tûr-i Sinâ'ya? Tûr-i Sinâ, O'nun maksadının
kapısı oldu. Bir müridin Tûr-i Sinâ'sı da vardır. Hz.
Musa da bir ruh sâhibi, biz de bir ruh sâhibiyiz. Fakat O peygamber ve seçkin
bir ruh, Cenâb-ı Hakk onları peygamber seçmiş göndermiş.
Ama bir de veliler vardır. Veliler peygamber olarak gelmişler mi? Hayır.
Dünyaya geldikten sonra veli olmuşlar. Senin benim gibi dünyaya gelmişler,
çalışmaları ile kendi sa'yları ile veli olmuşlar. Ama
onlar da insanlardan seçilmişler. Çok seçilmişler, insanlardan. Bir
velinin mâneviyattaki varlığı, büyüklüğü, mâneviyattaki
vücudu... Bu dünyada dört milyar insan olduğu söylenir. Bu insanların
hepsini eritseler, birleştirseler bir velinin velâyeti kadar olamaz. Bu dört
milyar insanın gücü o kadar olamaz. Niye? Çünkü evliyaullah demek ki,
Allah'ın gücü onda tecelli ediyor. Allah'ın sıfatları ile
sıfatlanmış oluyor. İşte o Allah'ın âleti olmuş
oluyor. Gücünü, istidâtını da nereden alıyor? Allah'tan alıyor?
İbrahim Aleyhisselam'ı ateşe attıkları
zaman, Cenâb-ı Hakk dört tane melek gönderdi. Melekler onu kurtarmak için
geldiler. Ama onları reddetti. Meleğin bir tanesi diyor ki:
- "Ya İbrahim sen müsâde et, ben yüksek dağları
getireyim, bu ateşi dağların üzerine çıkarayım."
diyor. Yüksek dağları mesela Ağrı Dağını
getireyim diyor. Soruyor:
- "Sen bu gücü nerden alıyorsun?
Hangi selâhiyetle yapıyorsun? Sen bunu nasıl
yapabiliyorsun?"
- "Rabbimin vermiş olduğu kuvvetle yapıyorum."
- "Sen çık aradan. Rabbim beni görüyor. Rabbim bana yeter, sen
girme araya." diyor.
Demek ki Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları bir kulda tecelli ederse,
bir insanda Cenâb-ı Hakk'ın kuvveti tecelli ederse... Peki bu olur mu?
Oluyor.
Cenâb-ı Hakk Kur'an'da ne buyuruyor:
"Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik."
Kim bu veliler? Bilinmez ki... Bu kubbenin içerisinde... Allah bilir.
Bir de buyuruyor ki:
"O velimizin gören gözü bizim gözümüz,işiten kulağı
bizim kulağımız, uzanan eli bizim elimiz, yürüyen ayağı
bizim ayağımız, düşünen aklı bizim aklımızdır."
Akl-ı küll bu demek, küllî irâde bu demek. Cüz'î irâde Cenâb-ı
Hakk'ın kula vermiş olduğu ne ise, noksan sıfatlarında
tecelli eden aklı, ilmi, bilgisi, becerisi, gücü ve kuvvetidir. Ama küllî
irâdeye geçince bu sefer Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları da
tecelli ediyor.
Onun için Mevlânâ buyurmuş:
Yek nazar eylese Ârif-i Billah
Aslı kemhâreyi mücevher eyler
Erenlerin himmeti dağları yerinden kaldırır. Şeriatımız,
tarîkatımız, hakikatımız, marifetimiz, vardır. İnsanlara
bahşetmiş ama, şeriatı yaşamıyorsak, tarîkat
davasında bulunmayalım. Kâzip olursun, yalancı olursun. Şeriatımız
tamam olacak. Şeriat cisimle, tarîkat da ruh ile.
Ceset temiz olmazsa, ruh nerden temiz olsun? Çünkü ruhu ceset taşıyor.
Ceset ruhun bir kalıbıdır. Çok temiz bir kaba pis bir şey
koysalar, kabın temizliği onu temizlemez. Çok pis bir kaba da temiz
madde koysalar, kabın pisliğini o şey temizlemez. Onun için bir
tâlip cismi ile şeriatte, aklı ve ruhu ile tarîkatte olacaktır.
Tâlip: Hak tâlibi, Hakk'ı talep eden. Hakk'ı isteyen.
Hak'tan gelen ruhumuz Hakk'a ulaştırmak için, cismi ile şeriatte,
aklı ile tarîkatte, sırrı ile bila vuslatta olacakmış.
Tâlip bu.
Onun için kelâm-ı kibârda:
Ey tahâretten habersiz, râbıta bilmez habîs
buyuruyor.
Tahâret ne? Namazın şartlarından. Necasetten tahâret. Tahâret
olmazsa namazımız, abdestimiz olur mu? Olmaz. Cismi temizleyen
ibadettir. Çünkü ibadet yapmayan bir cisim hayvanî sıfattan kurtulamaz.
İbadet yapacağız ki hayvanî sıfattan kurtulalım.
Kalbi de temizleyen ne oluyor? Râbıta. Râbıta olmazsa o kalp pis.
Niye pis? Meşâyih sevgisi bir müslümanın kalbinde olmazsa, onun
kalbinde çok arzular, çok düşünceler olur. Meşâyih sevgisi bir
kelâmda şöyle ifade ediliyor:
Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam
Veya
Pervâneler geçti ateş bâbından
Ateş kapısından içeri girerse pervâne, daha onun cismi kalır
mı? Pervâne nedir? Kepenek, kelebek. Kendini ne yapıyor ? Ateşe
atıyor. O da ateşe âşık. Cenâb-ı Hakk onu da öyle
ihsan etmiş. Kepenek kendi arzusu ile ateşe atıp yakıyor
kendisini. Ateşe düşen kepenekte vücut kalır mı? Yok eder
ateş. Bizim kalbimizde de arzularımızın her biri bir
kepenektir. Bir cisimdir bunlar. Bunları ne yapar kalbimiz? Bunları
ancak Allah aşkı, peygamber aşkı, meşâyih aşkı
yakar.
Meşâyih Aşkı: Meşâyihi
sevmektir. Meşâyihi sevmek, Resulullah'ı sevmektir. Resulullah'ı
sevmek, Allah'ı sevmektir.
Cenâb-ı Hakk öyle buyurmadı mı?
"Habibim seni seven beni sever. Seni sevmeyen beni sevmez."
Resulullahı ne ile seveceğiz ki O'nu sevebilelim? Vârisi olan
velileri seveceğiz ki O'nu sevebilelim.
Çünkü Peygamber Efendimiz, Sıddıki Ekber
Efendimize buyurdu:
"Senin elinden tutan benim elimden tutmuştur. Sana biat eden bana
biat etmiştir. Senin kabulün benim kabulümdür. Senin reddin benim
reddimdir."
İşte tarîkat böyle gelmiştir. Meşâyihler,
veliler böyledir. Bu sıfatla sıfatlanmışlardır. Bu
emir hepsi içindir. Herhangi bir meşâyih, bir müridine bu hilafeti
veriyorsa, aynısıdır. Nitekim Nakşibendi Efendimizin
halifelerinden Yakub-u Çerhi Hazretlerini Hoca Ubeydullah Hazretleri bulmuştu
(Hâce-i Ahrar ismiyle geçiyor Reşahat kitabında). O, çok meşâyihler
ile samimi olmuş, onlara hizmet etmiş, onlarla dostluk kurmuş,
ama hiç birinden de ders alamamış. Hiç birisi ders vermemiş ona.
Arayı arayı bulmuş. Neyi aramış? Muhammed Bahaeddin Nakşibendi
Efendimize yetişemedim de diyor, onun elinden tutanı bulacağım.
Yakub-u Çerhî Hazretlerini en son neticede bulmuş. Yakub-u Çerhî
Hazretleri onun niyetini bildiği için, ne demiş:
- "Tut bu elden."
Elini uzatıp demiş ki:
- "Bu el Nakşibendi Efendimizin elidir. Nakşibendi
Efendimiz bize buyurdu ki: "Senin elinden tutan benim elimden tutar,
senin kabulün benim kabulüm, senin reddin benim reddimdir."
demiştir.
Bak işte demek ki bizim tarîkatımızda Nakşibendi
Hazretlerinin, Yakub-u Çerhî Hazretlerine böyle bir emri varsa; Yakub-u Çerhî
Hazretleri ondan sonra gelene, o da ondan sonra gelene, o da ondan sonra gelene...
Onun için kelâm-ı kibârda:
Beraberdir Piri Sami Mevlâsı
Daim
cezbederler me'vâya bizi buyuruyor.
Ama o el nasıl bir el?
Elinde var iken fırsat geçirme ede gör gayret
Tutagör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ.
Bâlâ ne? Bâlâ yüksek. Zaten senin ruhun yüksekten geldi. Bu yükseğe
o el çıkaracak seni. Bu elden tutmazsan seni hiçbiri çıkaramaz. Çıkamazsın
sen. Bu nedir? Hakikate ulaşmaktır. Hakikate ulaşmaksa, insanların
ruhun makamına ulaşmasıdır. Bir başka tabirle:
Allah'tan gelen ruhun, Allah'a ulaşmasıdır. Hakikatten maksat,
mana budur. Ama bu tarîkatsız olmuyor. Cesedimiz şeriatta, aklımız,
ruhumuz tarîkatta olacak ki terakkî olsun bizde.
Onun için "Ey tahâretten habersiz râbıta bilmez habîs"
buyuruyor. Tahâreti olmayanın cesedi temiz olmaz. Râbıtası
olmayanın da kalbi temiz olmaz. Ama tahâreti var; cesedini temizlemiş.
Fakat râbıtası yok; kalbi temizlenmemiş. Ne yapmış?
Getirmiş temiz bir kaba pis bir şey koymuş. Kabın temiz
olmazsa o şeyi temiz etmez. E.. ne olmuş peki? Râbıtası var
ama, şeriatte eksikliği var, tahârette eksikliği var. O da ne
olmuş? O da getirmiş temiz bir kaba pis bir şey koymuş. Kabın
temiz olacak içindeki madde de temiz olacak ki... Burada kaptan mana, bizim
cesedimizdir. İçindeki madde ise ruhumuzdur. Ceset ruhun kalıbı,
kabıdır.
Bir defa, şeriatla cesedi temizleyeceğiz. Tarîkatla da zikir yapa
yapa, yapa.. Ne yapacağız? Kalbimizi herşeyden zikirle arındıracağız.
Kalbi sahibine teslim edeceğiz. Kalbin sahibi kimdir? Allah'tır.
Hakikatte insanların Beytullah'ı kalbidir. Arşa, kürse hiçbir
yere sığmayan Allah "Ben mü'min kulumun kalbine sığarım"
diyor. Ama hangi kalbe? Allah'ı daima zikreden kalbe. Allah'ı zikrede
zikrede ne oluyor? O kalb Allah'ın nurunu cezbediyor. Allah'ın zâtını
cezbediyor. Azâmetini de cezbediyor ki; işte o zaman Allah'ın sıfatlarıyla
sıfatlanıyor. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanıyor.
Resulullah'ın sıfatlarıyla sıfatlanıyor, ahlâkı
ile ahlâklanıyor. Onun için kelâm-ı kibârda:
Senin gördüklerin ayıbı veliler setreder cümle
Bir meşâyihe bir mürit geldiği zaman, bu mürit acaba dersini yapar
mı yapmaz mı? Bu mürit nasıl bir insan? Bunun sıfatı
nasıl? Hangi günahları işlemiş? Meşâyih bunu bilmez
mi?
Mesela: Bir sarhoş geliyor, diyelim ki geliyor ders alıyor. Sarhoşluğu
terketmiyeceği hâlde niye buna ders veriliyor deniyor. Denilmesin.
Senin gördüklerin ayıbı veliler setreder cümle
Sen şu sıfattasın git demez ki.. Onun için Mevlânâ:
"Ne olursan ol, gel" demiş.
Bak Nakşibendi Efendimiz de ne buyuruyor.
"Bizim dergâhımız günâhkârların dergâhı. Günâhı
olanlar gelsin bize, günâhı olmayanları biz istemiyoruz."
Yani buradaki anlam, buraya gelsin de günah işlesin anlamına değil.
Yani kendilerini günahkâr bilsinler. Günâhlarını bilerek gelsinler.
Bir de buyuruyor ki :
"Alâyı ednâyı seçmek Mürşid-i kâmilin kârı,
kemâlı değildir. Ameli değildir."
Sen iyisin, sen kötüsün demez. Evet efendim, Allah'a şükür, Allah'a çok
şükür. Bak nimetimiz büyük. Nimetimizin kadrini, kıymetini bilelim.
Allah'ın emri öyle:
"Ben bir kuluma nimet veririm, bu nimetin kıymetini bilirse büyütürüm,
yükseltirim, artırırım onun nimetini. Yoksa çeker elinden alırım."
Burada anlayacağımız bizim:
Allah bizi müslüman olarak halk etmiş. Eğer müslüman olarak yaşarsak
Allah bizi cennetine koyacak. Cenâb-ı Hakk âhirette bize çok ihsanlar
verecek.
Yok!.. Müslümanlğımızı yaşamazsak, Allah bizi
cehennemine koyacak. Bunu Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Biz insanı güzel, çok güzel halkettik. Çok güzel halk ettiğimiz
insanı biz cehennemin esfeli sâfilinine düşürürüz."
Ama bu insanın güzelliği ne ile?
Şeriatle, tarîkatle.. Eğer inanaraktan gelmişse
bu dünyaya hayvanî sıfatta değil. Bu insan beşerî sıfata
geçerse güzeldir. Melekî sıfata geçerse, güzellerin güzeli olur. Çok
güzel olur o zaman. Bir güzel var, bir de çok güzeller var.
Dilersen dilberi dilber kılarsan dilberi dilber
Sana da keşf olur dilber mühim esrârı dervişân
Sen çok güzel olmak istiyorsun ama, bu güzelliği nerden alacaksın?
Güzeli bulacaksın, o güzel seni güzel edecek. Sen artık güzel
oldunsa her şey sana güzel olur. Senin için çirkin bir şey kalmaz.
Onun için şükür edeceğiz ki nimetimizi büyütsün, artırsın.
Nedir bu nimet? Allah'ın velileri. En büyük nimet de budur. Allah'ın
büyük nimetleri, büyük ihsanları bunlar. Bunlarla uğraşacağız.
Büyük ihsâna kavuşmak için elimizdeki alete sıkı sarılacağız.
Meşâyihe inanacağız. Meşâyihin hizmetini göreceğiz.
Sev beni seveyim seni
Unutma beni unutmam seni
İnsan varlığının hepsinden geçtikten
sonra, "ten de onun, can da onun" diyorsa, "benden ne
istiyor" diye düşünmemeli. Zaten varlığından geçtikten
sonra senden birşey istemiyor. Sen varlığından, nefsinden
sorumlusun. Nefsinden geçtikten sonra, ondan senin sorumluluğun yok. Ama
insanların nefsinden kurtulması nefsin ıslah edilmesi,
terkedilmesidir. Nefsi olmazsa, insanların yemesi, içmesi, uyuması
olmaz. Bunlar hep nefsinden olmaktadır. Bunlar da insanlarda vardır.
Peygamber de olsa, veli de olsa, avam da olsa bunlar da insandırlar. Ama
velilerin nefsi veya beşeriyetten kemal ehline geçenlerin nefisleri ıslah
olmuştur ve nefis ıslah olduğu müddetçe vücutta bazı
makamları vardır. Oraları işgal etmiştir. Dikkat edin,
inkılâp yapan kimse mühim noktaları muhafaza ediyor.
Bir kimse bir yerden bir başka yere geldiğinde bakıyor ki: Altı
milyon müslümanı altmışbin tane inanmayan idare ediyormuş.
Burada bu kâfir ne yapmış? Bütün mühim noktaları tutmuş,
kilit noktalarına kendi insanlarını yerleştirmiş. Ölüm
korkusu görünce, kimse daha kıpırdıyamıyor.
İşte burada da makamları nefsimiz işgal
etmiş. Nerde? Beşeriyette. Nefis, beşeriyetten çekince kendisini..
Nefis el çekiyor, inkılâp ediyor. Bu kutsal makamlar, göbekten yukarda
oluyor insanlarda. Aşağıda değil (Letâif makamı).
Ahsen-i Takvîm insan olmak: Herkesi kendinden üstün görmektir.
Bu makamlar insanlarda nerelerdedir?
Kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ ve kalp gözü olmak üzere altı makamdır.
Kalb: Zâhirde görünen bir
cisimdir. Tıpta da var olarak biliniyor.
Ruh: Ruhun cismi yok. Varsa da cismi nasıl? Şeklini bilmiyoruz.
Makamı nerede? Sağ memenin dört parmak altıdır.
Sır: Sol memenin dört parmak yukarısındadır.
Hafî: Hafi de sağ memenin dört parmak yukarısındadır.
Ahfâ: Vardır ki bu da nedir? Ahfânın makamı göğüstür.
Bunlar birer sıfat, bunlar birer makamdır. Bu makamları elde
ederse insan, ahsen-i takvîm olur. Yani insanlık kıymetini kazanır.
Kalp gözü: İnsanların iki kaşının arası,
bunun için râbıtayı buraya yaptırıyorlar. Oraya râbıtayı
yapa yapa kalp gözü oradan açılacak.
Bunları nefis işgal etmiş. Körlemiş, onları battal
etmiş. İsyanları ile, günahları ile. İnsanlar itaat
ede ede, nefsi oralardan el çekiyor. Göbekten aşağıya iniyor.
Ruh hâkim oluyor. Nefis oluyor ruhun hizmetçisi. Artık nefsini hapsetmiş,
nöbetçileri başına dikmiş.
Çıkmağa derbân bırakmaz
cenge yok takatleri
Nâtüvân olmuş çeker bunlar belâyı mihneti
Derban: Bekçi,kapıcı
Nâtüvân: Mecbur bırakılmış,
zayıf ve güçsüz düşürülmüş.
Artık zindana atıp nöbetçileri kapıya koyduktan sonra hiç bir
şeye gerek yok.
Bakın Yakup Aleyhisselam bir peygamber. Zâhirde bir makamı var. Bir
bekçisi var. Yusuf Aleyhisselam kayboldu. Kardeşleri götürdüler, kuyuya
attılar. Geldiler kurt yedi dediler. İnanmadı ama. Yusuf yıllar
yılı kayıp. Yakup Aleyhisselam onun hasretinden ağlıyor.
Fakat cesedi kayıp oldu. Zâhirde yok. Ama Zeliha'nın hadisesinde o
gece Yusuf Aleyhisselam'a göründü.. Duvardan göründü. Yusuf elini çek
dedi. Kur'an-ı Kerim'de bu böyle. Kelâm da bunu ifade ediyor.
Demek ki burada Yakup'tan mana bizim cesedimiz. Her ne kadar cesedimizde bir ayrılık
varsa da ruhumuz ayrı değil. Yakup Aleyhisselam'ın cesedi gitmedi
oraya, Yakup Aleyhisselam'ın cismi, ruhu ile o Yusuf'a göründü ki çek
elini dedi. Demek ki bizim de burada cismimiz var ise de, ayrı isek te, râbıtamız
ve ruhumuz birbirinden haberdâr. Yakup Aleyhisselam nasıl ki Yusuf'un
imdadına yetişti ise.. Bunlar söylenmiş ise bir hakikatı
var. Tasavvufta aslı var.
Bunlar ruh muamelesi, ruh bilgisidir. Cesedinin haberi olan vardır, ama
yasaktır, söyleyemez. Hazmederse gösterirler. Bundan ruhu haberdâr
olursa görür. Ama hazmetmezse haberdar etmezler.
[ Tasavvuf Sohbetleri 1 ]
|