[ Tasavvuf Sohbetleri 1 ]




 




""Ömür bahçesinin gülü solmadan
Uyan, gel gözlerim gafletten uyan."


Allah arzunuza ulaştırsın. Allah niyetinizi halis etsin, niyetinizin neticesine ulaştırsın, ameller niyete bağlıdır. Bu da bir ameldir. Allah'ın emirleri insanlara amel oluyor. İşte Allah'ın emri:

"Allah için birbirinizi sevin, Allah için bir araya gelin."

Kelâm-ı kibârda şöyle geçer:

Gelin ey yâr-ı sâdıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Bütün cem olsun âşıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed'dir


Sadıkların, inananların, müslümanların ruhları Cenâb-ı Hakk'a belâ demiş. Allah'ın fermanına, "Elestü birabbiküm" fermanına inanmışsa müslüman, kim olursa olsun, sadıklarla beraber. Yani Allah'a vermiş olduğu sözün üzerinde durur. Yani sadıktır.

- İşte bu nedir?

- Allah'a vermiş olduğu söz için büyük bir amel için gelirler. Bundan büyük amel olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk tekrar buyuruyor ki: "Allah için iki müslüman bir araya gelirse," akraba olarak değil, iş ortağın var, işinden dolayı gitmişsin, veyahut birinden ihsan görmek için gitmişsin bunlar değil. Sırf Allah için. Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: "İki müslüman Allah için bir araya gelir konuşurlarsa üçüncüsü biz oluruz. O cemaat üç kişi olursa dördüncüsü biz oluruz, dört kişi olursa beşincisi biz oluruz. Cemaat ne kadar çoğalırsa çoğalsın mevcut olanların bir fazlası biziz".

Büyük bir ameldir, bu tarîkat sohbeti. Allah'ın büyük bir lütfudur. Büyük bir ihsanıdır insanlara. Niye? Çünkü:

Anın dervişleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşad eder sohbette


Sohbet ne yapıyor? Müridi irşad ediyor.

Derviş kim? Allah için her işini bırakıp bir araya gelenler. Sohbet dinleyenler, amel işleyenler.

İrşattan mana: Tarîkat sohbetidir. İnsanları derviş eden, tarîkat sohbetidir. İnsanları mecazdan kurtaran, muhalefetlerden kurtaran, insanları hakikate ulaştıran tarîkat sohbetidir.

"Her kim ki düşmedi ayağa, çıkmadı başa."

Her kim ki ayaklar altında çiğnenmedi, başa tac olamaz; bu da tarîkatın tevazu sıfatıdır. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:

"Her kim ki Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz."

Alçalmaktan maksat, tevazu. İnsanların türap olması lâzım. Ayaklar altında çiğnenmesi lâzım. Her kim ki düşmedi ayağa, her kim ki ayaklar altında çiğnenmedi, başa tac olamaz.

Payine yüz süremedim ne çare

Bir de bir kelâm daha:

Her kim ki payine yüz sürdü, etti sebatı, Ol buldu necatı.

Yüzümüz meşâyihimizin ayağının altında. Aslında bütün insanların ayağının altında olması lâzım, derviş olmak için. Dervişlik büyük bir makamdır. Derviş olmak için bütün insanlara yüzünü çiğnetmesi lâzım. Gerçekten çiğnetecek değil. Yani herkesten kendisini aşağı görsün. Yüzünü herkesin ayağının altına koysun, dervişlik sıfatı buymuş.

Dervişlik sıfatı şuymuş ki: Yüzüne silleyi vuranla ağzına şekeri veren bir olacak. Seni birisi sevdi, okşadı, ağzına tatlı bir şey verdi. Birisi de geldi vurdu. İkisi de bir olacak. Böyle olsa ki derviş olabilesin. Öbürü beni sevdi diye ona iyi diyeceksin, ama diğeri dövdü diye ona kötü demeyeceksin. Mübarek Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretlerinin zamanında:

Hüsamettin Çelebi'yi çok seviyor, daima en yakın müridi o. Selçuklular zamanında padişah, bize bir tane şeyh gönder demiş. Padişah bir şeyh istiyor. O da sıradan bir mürit gönderiyor. Hüsamettin Çelebi demiş ki:

- "Sultanım padişah şeyh istedi, sen bir derviş gönderdin."

O da:

- "Hüsamettin, padişah şeyh istedi. Derviş isemedi ki..." demiş.

Gelin dergâha dervişler
Kılalım zevk ü cünbüşler
Hüdâ'nındır kamû işler
Bu meydan-ı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed'dir


Burada bir araya gelmek, konuşmak, sünnet oluyor. Sünnetini işleyenler şefaati kazanıyor. Resulullah'ın şefaatini kim kazanacak?

Sünnetini işleyenler. En büyük sünnet budur işte.

Peygamber Efendimiz bir gün ashabına buyuruyor ki:

- "Sizler yarım saat için müslüman olunuz."

Hepsi çok korkuyorlar ve demişler ki:

- "Anamız, babamız sana feda olsun Ya Resulullah. Müslümanlık neden ibaretse bize öğret."

Buyurumuş ki:

- "24 saat içinde her bir işinizi bırakın,bir araya gelin, sohbet edin."

İşte sohbet, sünneti müekkede olan bir ameldir.

Sünneti Müekkede: Terki mümkün olmayan sünnet demektir. Ama hubb-i dünya sarhoş eylemiş, menfaat deyince koşuyoruz, nasihat, amelden kaçıyoruz. Haşa bu cemaat için değil. Onların bu amellerden haberi yok. Bütün nefsanî arzuların peşinde, ticaret peşinde. Kelâm-ı kibârda buyuruyor:

Niceleri yar der gönlü binada
Niceleri yar der gönlü zinada
Nicesinin gönlü bey ü şirâda
Bu yar kimdir bilemedim ne çare


Çok kimseler yar diye gönlü lüks binalar yapmak, oturmak, parasını almak, yar diye sanki onlardan bir menfaat gelecekmiş gibi onu düşünüyorlar.

Niceleri de affedersiniz şehveti peşinde. Serveti kazancı var. Kız kadın peşinde, bunlar da yar diye ona sarılmış.

Nicesinin gönlü bey ü şirada: Nicesi de var ki gece gündüz alıyor, satıyor, ne ilimden, ne amelden, ibadetten, nasihatten, vaazdan, sohbetten hiç haberi yoktur. Mütemadiyen alış veriş peşinde. Kelam-ı kibar da diyor ki: Bunların hangisi doğru, hangisi hakiki yardır bilemedim. Ama bir de var ki:

Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş
Dillerde söylenen kuru laf imiş
Aslını sorarsan "nûn" u "kâf" imiş
Pâyîne yüz süremedim ne çare


Burada çokları binalara yar diye sahip çıkmış. Çokları da var ki zinada. Ona yar diye sahip çıkmış. Nicesinin gönlü de bey ü şirada olanlar, hırs ve tamahta. Bunların hangisi yardır bilemedim.

Diyor ki:

- "Benim Hüsamettinim, padişah benden şeyh istedi derviş istemedi ki. Derviş isteseydi ya kendim giderdim, yada seni gönderirdim. Şeyh istedi diye ben de bir mürit gönderdim." Burada bir esrar var şimdi: Mürit daha müptedi âleminde. Varlığından kurtulamamış. Varlığından kurtulsa zaten müritlikten meşâyihliğe geçiyor.

Zaten biliyorum demekle ne oluyor insanların ilmi, ameli ne oluyor? Perdeliyor. Her ne kadar mürittir ama o unutmamış.

Kelam-ı kibarda geçer:

Bu gaflet uykusundan kalk kamu bildiklerin bırak
Cihana bir güzelce bak gelen durmaz gider yâ Hu


Senin bildiklerini bırak. Ne kadar olsa mürit irâde sahibi. Yani daha kendi varlığında. Bildiklerini unutamamış atamamış. Veliler atmıştırlar. Bilgilerini atmışlardır. Çünkü onların bilgisi Hak'tan oluyor. Kendilerinden değil, kendi bilgilerini atmışlar. Cenâb-ı Hakk'ın bilgisi tecelli etmiş. Demiyor mu Cenâb-ı Hakk:

"Konuşan dili biz oluruz."

Ledünni ilmi budur, kalp ilmi budur. Tasavvuf ilmi budur. Dervişlik büyük bir sıfattır. Yüzüne silleyi vuranla ağzına helvayı veren bir olmuşsa derviştir. Dervişlik bir elenmiş topraktır. İnce elenmiş toprak. Buna biraz da su ilave edince, o kadar güzel yumuşak bir toprak olur ki ona basan ayak incinmez. Ayağına toz da konmaz. Dervişliğin bir sıfatı da bu.

Evet ama nasıl derviş olur insan?

Oldum vatanımdan cüdâ
Görün beni aşk neyledi
Yaktı bizi aşk-ı Hüda
Görün beni aşk neyledi
Âhiri derviş eyledi


Demek ki aşk-ı ilahi bir insanı yakıyorsa varlığından kurtuluyorsa derviş olabiliyor. Biz de aşk var ama, bizdeki aşk cüz'idir. Aşk bizde kemâle ulaşmamış. Aşkın henüz hakikatına ulaşmamışız. Aşkın daha mecazındayız. Ne için mecazındayız? Ne zaman ki aşk bizi ihata ederse, yediğimizden haberimiz olmaz, içtiğimizden haberimiz olmaz, nerede olduğumuzu bilmeyiz, o zaman hakikatına ulaşırız.

İlâhi bir aşk ver bana
Kandalığım bilmeyeyim


Ya Rabbi öyle bir aşk ver bana ki ben nerede olduğumu bilmeyeyim. Kim olduğumu bilmeyeyim, ama bu aşkla insanlar mecazdan hakikate geçiyor. Mecaz olan aşk büyüte, büyüte hakikate ulaştırıyor. Bütün aşkı elde ediyor. Böyle söylerken yanlış anlaşılmasın. Aşkın bütünü Allah'tır. Sonra Resulullah'a, sonra insanlara paylaştırılmıştır. İnsan Allah'ı ne kadar severse sevsin Hz. Resulullah kadar sevemez. Allah da Resulullah'ı çok sevmiş. Demek ki Allah'ın Resulullah'ı sevdiği kadar da, Resulullah Allah'ı sevemez. Neden? Çünkü Habibim: "Ben seni muhabbetimden, sevdiğimden, yarattım" buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, sevgisinden muhabbetinden yaratmışsa, demek ki Allah'ta olan muhabbet, Resulullah'ta olan muhabbetten daha çok. Onun için buyuruyor:

Muhabbetten yarattı Ol Habibi Hazret-i Mennân
Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ'da yangın var


Bu yangın, muhabbet yangını. Yoksa Allah'ta yangın olur mu? Haşa estağfirullah. Hz. Allah'ta bir sevgi var. Sevgi var ki evvela sevmiş istemiş ve kendi muhabbetinden Habibini yaratmış. Bütün mevcudatı da Peygamber Efendimizin nurundan yaratmış. Bizde de bir muhabbet var. Cüz'isi var. Küllisi var. Hz. Resulun muhabbeti mi bizde oluşacak? Olmaz. Allah'ın muhabbeti mi bizde oluşacak? Olmaz. Allah'ın ilmimi bizde tecelli edecek? Etmez. Resulullah'ın ilmi mi bizde olacak? Olmaz. Hz. Allah'ın adaleti mi? Hayır. Cenâb-ı Hakk ne vermiştir insanlara? Cüz'iyi vermiştir. Ama insanlar cüz'iden külliye ulaşabiliyorlar mı? Ulaşıyorlar. İşte insanların kalbinde olan cüz'i muhabbet, cüz'i ilim, cüz'i akıl. Bunlar ne oluyor? Büyüyor, çoğalıyor. İnsanların say'ı gayreti ile büyüyor, çoğalıyorlar. Kalbinde olan bir cüz'i muhabbet. Baş parmağın kalınlığında olan feyz-i ilahi müridin kalbine geliyor. Nerden geliyor? Şeyhi Efendisinin iki kaşının ortasından geliyor. Buna inanın. Zaten Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor?

" Kulum beni sev, sevdiklerimi sev."

Bu bunu ifade ediyor. Bu buna işarettir. Bir evliyaullah'ı seviyoruz. Bu sevgi bize görünüyor mu? Görünmüyor. Nerede bu sevgi? Kalbimizde. Ama bunun da bir cismi var. Onun da bir vücudu var. Cismi olmayan şey asla söylenmez. Akla gelmez.

Maddiyat: Zâhirde cisim gösteren şeyler.

Maneviyat: Cisim göstermeyen varlıklar.

Bizim de cesedimiz maddiyattır. Cisim gösterdiği için cesedimizde olan gözlerimiz, kulaklarımız, dilimiz, birer maddiyattır. Bunlar mecazdır.

Bunların hakikatı var mı? Var. Nerede bunların hakikatı? İnsanların kalbinde. Hakikate ulaşınca, insanların kalbindeki hakikat gözü açılıyor. Her şeyin hakikati insanların kalbinde. Hakikate ulaşınca kalbindeki kalp dili de açılıyor, manevî dil de açılıyor. Manevî kulağı da açılıyor. Manevi göz, manevî kulak, manevî akıl, manevî el. Bunlar var ama görünmüyor. Bunlar nerede? İnsanların kalbindedir.

İbrahim Aleyhisselam Beytullah'ı Cenâb-ı Hakk emretti yaptı. Bütün müslümanlara bir ibadethane oldu.

Cenâb-ı Hakk'ın emri:

-"Kim gelir burayı ziyaret ederse Ben onun günahlarından geçeceğim. Ya İbrahim seslen. Kullarıma seslen gelip burayı ziyaret etsinler. Öyle sesleneceksin ki kıyamete kadar herkes duyacak o sesi ve herkes gelecek."

- "Yarabbi benim sesim buradan şuraya ancak gider. Değil kıyamete kadar. Şimdi mevcut insanlara da ne kadar duyurabilirim ben?100 metre, 200 metre veya 1000 metre ileriye gider sesim."

Cenâb-ı Hakk:

- "Ya İbrahim! Sen seslen ben duyururum", buyuruyor.

Bu ses ruhlara, tâ bizlere kadardır. Allah'ın emri daha sonra devam edecek. Kıymete kadar Allah'ın emridir. Bu ses devam edecek. İlm-i ezelide de Cenâb-ı Hakk ruhları halk etmiş.

"Elestü birabbiküm?" Ben sizin sahibiniz değil miyim?"

Biz müslümanların ruhu "Belâ" demişler. Cenâb-ı Hakk "Belâ" diyenlere Hac'cı nasip ediyor. Fakat şurasını izah edeceğim. Beytullah'ı yaptı. Cenâb-ı Hakk "seslen insanlara" dedi. "Burayı ziyaret etsinler." İşte o zaman İbrahim Aleyhisselam'a tabi olanlar, kendi ümmeti olanlar geldiler. Beytullah'ın etrafını tavaf ettiler veya Beytullah'ın etrafındalar. Müşrikler galip geldiler. Yapıtığı binayı İbrahim'in elinden zorla aldılar, işgal ettiler. İnananlar müşriklerle, kafirlerle başa çıkamadılar ve üzüldüler. Zâhirdeki güçleri de kafi gelmiyor. Döğüştüler, savaştılar. Ama güçleri kafi gelmedi. Cenâb-ı Hakk ne emretti:

- "Ya İbrahim sen Beytullah'ı böyle kurtaramazsın. Sen gir uzlete. Kendini halvete çek. "La ilahe illallah" zikrine devam et" buyruyor Cenâb-ı Allah. Tabi İbrahim Aleyhisselâm "lâ ilahe illallah" zikrine devam edince, yanında olanlar ne yapsınlar, onlar da gizlendiler. İbrahim Aleyhisselam kalbinden 39 gün bu zikre devam edince bakıyor ki, kendi kalbinden öyle avazlar, öyle sedalar geliyor. Bir tane mi yüz tane mi? Çok, daha çok. "La ilahe illallah" 40 gün olunca İbrahim Aleyhisselam vücudu o kadar büyüyor ki, dünyayı istila ediyor. Kendi kalbinden, gönlünden eller, çıkıyor. Manevî eller. O eller, Beytullah'ı işgal eden kâfirleri tutup tutup atıyorlar. Öyle bir el ki çarpıp çarpıp atıyor. Bu eller İbrahim Aleyhisselam'ın kalbinden çıktı. Fakat ümmeti o ellerin İbrahim Aleyhisselam'dan çıktığını görmüyorlar. Kâbe'den çıktığını görüyorlar. Beytullah'tan çıkıp müşrikleri attığını görüyorlar. Sesleniyorlar:

- "Ya İbrahim gel, neredesin? Beytullah'tan büyük büyük eller çıktı. Müşrikleri tuttu attı. Dağlara yabanlara attı. Temizlendi, kimse yok gel."

İbrahim Aleyhisselam nübüvvet sahibi olduğu halde onları atamadı. Velayet gücü ile atıldı. Bazı tasavvuf kitaplarında vardır. Velâyet nübüvvetten daha güçlüdür diye. Bu yalan değil yanlışı vardır. Evliyaullah'ın velâyeti nübüvvetinden daha büyüktür. Ama nübüvveti değildir şüphesiz. Nebilerin velâyetleri nübüvvetlerinden daha güçlüdür. Peygamber Efendimizin nübüvveti var. Cebrail geldi. Kur'anı getirdi. Bu bilindi. Bu nübüvvet. Peygamber Efendimizin velâyeti görünmedi. Ama Peygamber Efendimizin velâyeti o kadar güçlü ki, o kadar büyük ki buna akıl ermez.

Hadis-i Şerif:

"Şeytan benim varisim olan velinin suretine giremez. Benim varisim olan veliler de benim nurumu taşıyorlar. Onların suretine de giremez."

Burada bizim için önemli olan şudur: Çok âbidler ne olmuşlar? Çünkü meşâyihleri yokmuş. Şeytan gelmiş onlara: "Ben meleğim" demiş. "Feriştahım" demiş. "Allah gönderdi beni" demiş. İşte şöyle oldu, böyle oldu demiş. Sureti Hak'tan görünüyor. Onlar da ne oluyor? Amel varlığından dolayı helâk oluyor. Bir de isyan ettiriyor. İnsanları isyan ettirerek helâk ediyor. Burada ifade edeceğim şudur:

Şeytan istemiş Allah'tan:

-"Yarabbi demiş kıyamete kadar bana mühlet vereceksin ve bana ruhsat vereceksin ve Adem'in oğullarından intikamımı alacağım."

- "Verdim" diyor.

Hz. Adem bunu görüyor, duyuyor ve Allah'a sığınıyor. Aman Yarabbi diyor.

- "Cennet gibi emniyetli mülkünde ben bunun şerrinden kurtulamadım. Cennet'e geldi düşmanlığını yaptı. Beni cennetten arttırdı. Sen buna yetkiyi verdinse, benim evlatlarım bunun elinden nasıl kurtulur?"

Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor:

- "Tevhidim ile kurtulurlar. Ya Adem! Ben ona evet öyle bir yetki verdim. Ama sana ona karşı atom bombası veriyorum. Bemin ismimi, Resulümün ismini anarsanız, o size yanaşamaz, kaçar."

Manevî düşmanlarımızdan biri de şeytandır. Ona karşı silahımız var. Kullanırsak kaçar. Bir de bizim nefsi emmaremiz var. Ona karşı silahımız yok. Ona karşı silahımız da Şeyh Efendimizin yumruğu. Nefsini ona teslim ettinse, onun yumruğunu nefsinin başına vurdurdunsa kurtulursun. Niye:

Hazreti Pirim delilimdir halilimdir benim
Dil sarayı ravza-i beyt-i celilimdir benim
Ana teslim ettiğim nefs-i zelilimdir benim


Öyle buyuruyor. Sen de İsmail Aleyhisselam gibi (Babasına teslim oldu) meşâyihine teslim oldunsa, İsmail Aleyhisselama olan Allah'ın ikramı sana da olacaktır. Hiç şüphe yoktur.

Büyük düşmanımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezbeder nâre
Cehdet ki bulasın sen sana çâre
Ellerin aybını gözleme kardaş


Bizim için dört tane manevî düşmandan, dördüncüsü nedir?

İsyan eden insanlar. Allah'a isyan eden insanlar. Günah işleyen insanlar. Hz Peygamberimiz buyuruyor ki:

"Kişi refikinden azar."

Kişi arkadaşından azar. Kişinin arkadaşı kötü olursa, onu da kötü eder. Arkadaş iyi ise onu da iyi eder.

Onun için dört tane manevî düşmanı bilmemiz lâzım. Nefis, şeytan, dünya muhabbeti, kötü arkadaş. Bunlardan kendimizi korumamız lâzım.

Hakikatsız andelibin zârına
Goncasını seven bakmaz hârına
Yandır bu Salih'i aşkın nârına
O narın nurundan abad et meni


Bu kelâmları anlamak, yaşamak, cemaatimize Cenâb-ı Hakk nasip etsin. Sözü söyleniyor ama özünü anlamak lâzım. Büyüklerimiz:

" Bizi söyleyin de sui hâlimizi söyleyin."

Diyorlar. Yeter ki kelâm-ı kibriyadan, âşıklardan, velilerden konuşulsun. Ne için? Çünkü bir nefes Merdan-ı Hüda sohbetinde bulunmak 70 bin rekat namaz kılmak kadar amel oluyor. Merdan-ı Hüda kim oluyor? Allah'ın ismi. Mert ne? Nefsine hakim olanlar. Nefsin arzularını terkedip de Allah için bir araya gelenler. Allah'tan, Peygamberden, Evliyaullahtan konuşuyorlarsa, Merdan-ı Hüda sohbeti oluyor.

İşte burada bir hakikat var. Ne dedi orada:

Hakikatsız andelibin zârına

Andelip: Bülbül.

Bülbülün güle karşı bir ahu zarı var ya onu tenkit ediyor âşık. Niye? Eğer bülbülün güle karşı ahu zarı hakiki olsaydı. Gül nerede bitiyor? Bir çalıda bitiyor. Yıl boyunca o çalıyı beklerdi. Niye gülün açtığı zamanda geliyor da bağırıp, çağırıyor ve gül solduğu zaman yüz çevirip gidiyor? Bunu gören âşık, onu tenkit ediyor.

Yandır bu Salih'i aşkın nârına.

Salih: Amel işleyen. Bütün tasavvuf ehline söylenmiş.

Aşkın nârına denilince: Aşk da yakıcı bir maddedir. Ama insanların cesedini yakmaz.

Ateş neyi yakar ? Cisimleri yakar. Bizim de kalbimizde cisimler var. Kalbimizdeki cisimleri yakar. Kalbimizi yakmaz ama. Kalbimizdeki cisimleri yakınca ne yapar? Nimetimize malik oluruz. Ayrılıktan kurtuluruz. Dertlerimizden kurtuluruz, noksan sıfatımızdan kurtuluruz. Niye? Bizi rencide eden varlığımızdır, benliğimizdir. Başka bir kelâm:

Salihem usandım dar-ı fenadan
Bir an kurtulmadım renc-i enadan


Diyor ki: Bu dünyadan usandım. Usandıran ne olmuş? Renc-i ena olmuş. Bir an kurtulamadım renc-i enadan.

Renc: İnsanlara olan zahmet.

Zahmete koşan benliğimizdir. Benliğinden kurtulunca, zahmetten kurtuluyorsun, her yükten kurtuluyorsun. Benliğinden kurtulmayan zahmetten, yükten kurtulamaz.

Her kim tedbir-i kaydındadır, bil fiil cehennemdedir.

Her kim ki Cenâb-ı Hakk'ın takdir mütalâasındadır, bil fiil cennettedir. Bu dünya âleminde tedbirini takdirde bağlayan bir kimse cennette yaşıyormuş gibi olur. Ama herşeyi kendi tedbirinden biliyorsa, cehennemde yaşıyormuş gibi olur bu dünya âleminde.

Yandır bu Salih'i aşkın nârına
O nârın nurunda abad et meni


Burada neyi ifade etmek istiyor? Bak, İbrahim Aleyhisselamı Cenâb-ı Hakk ateşe attırdı, ama ateşin nârından kurtardı. Niye yakmadı. O kendisini Allah'a teslim etti. Biz teslim edemiyoruz. Bu, sözle olmaz. Bir de şu var: Yusuf Aleyhisselam Zeliha'nın hadisesinden dolayı 5 sene hapis yattı. Hapisten çıkan bir tanesine:

- "Git padişaha söyle ki ben burada suçsuz yatıyorum. Beni buradan çıkarsın" dedi.

Gitti, ama unuttu söylemedi. Cenâb-ı Hakk ona ilham yoluyla bildirdi:

- "Ya Yusuf sen padişahtan mı imdat istiyorsun. Padişah mı seni buradan çıkaracak?"

Yedi sene daha yattı. Nefis noksan sıfat, ama ruh noksan sıfat değil. Nefis cisimden ibarettir, ceset de ruhun bir kalıbıdır. Ama nefis de cesede hakim olabiliyor. Ruh da cesede hakim olabiliyor. Başlangıçta nefis hakim oluyor. Ruh masum, güçsüz. Körpe çocukla, büyük bir kimse gibi. İnsanların nefsi deccaldir. Ruh da mehdidir. Nefis firavun, ruh Musa gibi. Firavun'la Musa'nın hadisesi Kur'anda mevcut.

O zaman kâhinleri gelip Firavun'a Musa'nın saltanatını kaldıracağını söylemişler. Firavun ne yaptı? Musa'nın gelmemesi için hanımları beylerinin yanına yollamadı. Çok çok elemanlara eğitim yaptırdı. Bunları görevlendirdi. Bütün insanlar gözetim altına alındı. Hiç kimse ailesinin yanına gelemedi. Çünkü Musa'nın ana rahmine düşeceği zamanı bile hesaplamışlardı. İşte o gece Firavun itimat ettiği adamları herkesi kontrol altına aldı. Hanımlarını beylerinin yanına yollamadı. Ama baş vezire Allah bir şehvet verdi. Duramadı, gitti hanımının yanına. Musa Kelimullah ana rahmine düştü. Sonradan baktılar, dediler ki düşmüş ana rahmine. Bu sefer de ne yaptı? Ebeleri mahalle ve sokaklarda görevlendirdi, onlara pratik eğitim yaptırdı. Hamile olan hanımların doğacağını hesaplıyorlar, doğduğu anda kesiyorlar. Musa Aleyhisselamın annesi hamile oldu ama bildirmedi. Sezdirmedi. Ne ebesi ne başkası bilemeden bu çocuk dünyaya geldi. Bu çocuğu öldürmesinler diye ne yaptı? Nil nehrine attı. Atmadan önce marangoza sandık yapmasını söylüyor. Verdiği ölçülere göre marangoz bunun çocuk için yaptırıldığını hissediyor. Üç defa şikayet etmek için gidiyor, dili tutuluyor. Konuşamıyor. Sonunda bu işte bir sır var diyerek sandığı yapıp götürüyor. Annesi de sandığa koyup atıyor Nil'e. Firavun'un Nil üzerinde bir köşkü varmış. Köşkün önünde de Nil üzerinde zevk için yaptırdığı yerler, bölümler varmış. Sandık geliyor, orada duruyor. Firavun bakıyor orada bir sandık var. Dönüp dönüp duruyor.

Firavun:

- "Getirin onu" diyor. Açıyorlar sandığı. Çocuk içinde. Firavun onu kestirmek istiyor. Ama kesmekten vazgeçip besliyor.

İşte burada nefis Firavun, ruh da Musa, çocuk. Musa çocukken büyüdü. Firavunu yok etti. Tarîkatte de işte böyle. Tarîkatın ruha olan muamelesi budur. Evliyaullahın eğitiminde ruh nefsi küçültüyor. Düşünelim bir insan yetişmiş, büyümüş. Onun da nefsi var. Herkesin nefsi var. Nefis ancak ölünce yok olur. Ama bazı nefisler ıslah olmuştur, bazıları ıslah olmamıştır.

Yüzü nakş-ı hayal imiş
Özü başka bir hâl imiş
Bilen ehli kemâl imiş


Neyi? Ruhun esrarını bilen, ruhtan haberdar olan. Ehli kemal bilir ama bildiremez. Bildirmeye bir emir yok. Bildirmeye gücü yetmez. Bilir ama bildirmez.

İnsanlarda iki akıl vardır. Aklı maaş, aklı maad. Her inanan kimse de iki akıl kullanılır.

Aklı maaş nefsin aklı. Aklı maad ruhun aklı. Niye kullanılır?

Cenâb-ı Hakk:

"Dünyaya da çalışın, ahirete de çalışın." buyuruyor.

Eğer aklı maaşını kullanmazsa insanlar, ne bir sanat yapabilirler, ne bir ticaret yapabilirler. Hiçbir şey yapamazlar.

Aklı maaş dünyayı kazanmak için. Aklı maad ahireti kazanmak için. İnananlar her ikisine de çalışıyorlar. Cenâb-ı Hakk:

"Dünyaya da çalışın ahirete de çalışın" buyuruyor.

Ne olur dünyaya çalıştığın zaman? Ticaretini de yaparsın. İbadetini de yaparsın. İbadet saatı ayrı, ticaret saatı ayrıdır. Cenâb-ı Hak insanlar için 24 saat vermiş. 8 saat maişetiniz için çalışın, 8 saat ibadet yapın, 8 saat de istirahat yapın diyor. Emir böyledir. 24 saat üçe bölünmüştür.

İnananlar ne yapıyor ?

Aklı maaşlarını kullanarak dünyayı kazanıyorlar. Helalinden kazanıyorlar. Aklı maad ile ahirete hazırlanıyorlar.

İnanmayanlar aklı maad'ını körletmiş. Mesela bir lavabo var. İki tane musluk var. Birisinden sıcak su akıyor. Diğerisinden soğuk su. Sadece sıcak su kullanmak da olmaz, sadece soğuk su musluğu da kullanılmaz. Sıcak suyun yeri de var, soğuk suyun yeri de var.

Aklı maaş nefsin aklı, aklı maad ruhun aklı. Ruhun da bir isteği var. Nefsin de bir isteği var. Nefis dünyayı istiyor, ruh da ahireti istiyor.

Bu ten kuşu hevâ ile heveste
Murg-u canım feryat eder kafeste


Murg-u can: Ruh.

Nefis nasıl dünyayı istiyorsa, ruh da Allah'ı istiyor.

Nefsin gıdaları neler?

Yemek, içmek, gezmek, uyumak.

Ruhun gıdası nedir?

Zikrullah. Allah'tan başka ruhun gıdası yok. Aslında ibadet de nefse. Ama zikrullah nefse değildir. Ruha gıdadır. Ruhun gıdası zikrullahtır. Ruhun eğitimi zikrullah iledir. Ruhun makamı, yükselmesi zikrullah ile oluyor.

Zikrullah deyince: Namaz da bir zikirdir. Ku'ran okumak da bir zikirdir. Allah'ın binbir ismini zikretmek de bir zikirdir. Ama şeriat var, tarîkat var. Şeriatın emri tarîkatın emri değişmiyor ki.. O da Allah'ın emri, o da Allah'ın emri. Şeriatın emri aşikâr gelmiş. Kur'anın emrini Peygamber Efendimiz herkese bildirmiş. Bu cesededir, nefisleredir. Tarîkatın emirleri de Allah'ın emridir. Ama Resulullah Efendimiz onu ancak ehline bildirmiş. Onu herkese bildirmemiş. Bu da ruh ile ilgili oluyor.

Burada nefsimiz cesedimiz madde ile ilgili arzularımız. Bunu yine cesedimiz yaşıyor, gezmesi, tozması, yemesi.

Bir yüzü nurudur biri nârıdır
Âriflerin bu bir büyük kârıdır


Evliyaullahta hem celâl, hem cemâl sıfatı vardır.

İnsan öldükten sonra nefis ölüyor. Ama bir de nefsin ölmeden önce ölmesi var. Yahutta nefsin bir arınması var, temizlenmesi var. Yahutta nefsin bir ıslah olması var. Eğer ibadeti olmazsa bir insanın, şeriatı olmazsa onun nefsi hayvan.. Hayvanî sıfatta kalıyor. Şeriatı varsa hayvanî sıfattan kurtuluyor. Beşerî sıfata geçiyor. Beşerî sıfat da noksan sıfattır. Ama melekî sıfata geçince noksan sıfattan kurtuluyor.

Nefis ruhu mahkûm etmiş, almış esaretine. Ruh masum. Firavun Musa doğmadan önce Musa'yı haber aldı.

Ama Cenâb-ı Hakk ne yaptı?

Musa'yı Firavun'a besletti. Ama bir sebebi var. Firavun kesecekti. Asiye validemiz Firavun'un hanımı. Cenâb-ı Hakk Asiye validemizi ona o kadar sevdirmiş ki... Ama Asiye validemiz de Allah'a inanmış. Firavun' dan inancını gizliyor. Firavun'un da yatağına asla girmiyor. Onun suretinde Cenâb-ı Hakk cin halk etmiş, Asiye validemizle konuşuyorlar. Zannediyor ki Asiye geldi. Asiye validemizi çok sevdiğinden dolayı onun isteği üzerine çocuğu öldürmüyor. Çünkü O "bizim çocuğumuz yok" diye istiyor.

- "Senin bu saltanatın kime kalacak? Çok güzel bir çocuk. Şimdiye kadar kimsede görülmemiş" diyor.

Onu kıramadı, büyütmeye başladı. Çocuğu öldürülen annelerin hangisini getirdilerse memelerini tutmadı. Sadece annesi gelince onun memesini tuttu. Ama annesi olduğu bilinmiyor. Gerçek annesini Firavun Musa'ya ücretli tuttu. Çok bol da ücret veriyor. Çocuk artık emekliyor. Seviyorlar. Bir gün Musa Kelimullah Firavun'un kucağında. Elini sakallarına dolayarak çekti, Firavun'un sakalları çocuğun elinde kaldı. Firavun'un canı çok acıdı. Acıyınca:

- "Bu çocuk beni öldürecek. Kasıtlı yaptı." dedi.

- "Yok bilmeyerek yaptı" dediler.

O sırada bunların içerisinde akıldaneleri geldi.

- "Bu kolay. Bilmeyerek mi yaptı. Kasıtlı mı yaptı?"

- "Nasıl deneyeceğiz?"

Bir tepsi. Tepsinin bir tarafına ateş koydular. Köz ateş. Bir tarafına altın koydular.

Dediler ki:

- "Eğer altını alırsa kasıtlı yaptı. Ateşi alırsa bilmeyerek yaptı" uzattılar tepsiyi. Musa Kelimullah hemen altına götürdü elini. Ama Cebrail geldi hemen.. Kanadı ile ateşe doğru dürttü. Ateşi aldı. Musa ağzına götürdü. Dili yandı. O yanmadan dolayı dilinde bir kepezlik kalmış. Böyle kurtuldu neticede. Bir güç sahibi olunca İsrail oğullarına yapılan zulümü görünce dayanamadı Musa Kelimullah. Daha yaşı küçük ama kendisi büyük. Başladı İsrail oğullarını kayırmaya. Firavun yine şiddetlendi. İsrail oğullarını ezmeye başladı. Ne zaman ki o taraftan birisini öldürdüler, o zaman aşikâr oldu.

- "Daha ben burada duramam" dedi.

Kaçtı gitti, Şuayib Aleyhisselamı buldu. Ondan asayı aldı. O da peygamberdi.

Şimdi demek ki nefis Firavun. Ruh Musa'dır.

Ama Evliyaullah ne yapıyor?

Tarîkata giren bir müridin ruhunu nefsin esaretinden kurtarıyor. Nefse onu göstermeden, nefse onu belli etmeden. Ruhu öyle büyütüyor ki, öyle güçlendiriyor ki güçlendiği zaman nefsin karşısına veriyor. Evliyaullah yapıyor bunu Ruh o zaman inkılâp yapıyor.

Ne yapıyor? Firavunu alıyor tahttan, kendisi geçiyor tahta.

Yüzü nakş-ı hayal imiş

Râbıtayı hayal ediyor. Neyini? Yüzünü, zâhirdeki cesedini. Zâhir yüzünü hayal ediyor, zâhirdeki yüzüne râbıta yapıyor. İşte nefsi ancak bu râbıta ıslah ediyor. Bu ıslahla anasır-ı zıddıyet değişiyor. Ruhu da nefsin esaretinden kurtulmuş oluyor. Yani diyelim ki bir mazlum çocuk var. Yetim bir çocuk var. Buna birisi zulmediyor, eziyor. Buna acıyan birisi ne yapıyor? Bu çocuğu sen niye eziyorsun diyor. Eğer bunu yedirmek, giydirmek, beslemek zor geliyorsa ver de götüreyim, büyüteyim diyor.

İyilikle veya zorla o çocuğu onun elinden alıyor. Ona göstermeden o çocuğu büyütüyor. İşte senin düşmanın hadi git, git kozunu onunla pay et! O zaman ruh güçlendi. Nefse gücü yetiyor artık. Bu ne ile oluyor? Evliyaullah'ın manevî gücü, manevî kuvveti ile oluyor. Evliyaullah'ın zâhiri, müridin zâhirini ihata etmiş. Nefsini ihata etmiş. Zâhir râbıta nuru taşıyor. Evliyaullah'ın velayet nuru var. Batını var, müridini ihata etmiş. Zâhiri ile nefsi terbiye ediyor, maneviyatı ile ruha eğitim yaptırıyor. Ruhu besliyor, büyütüyor, tahsil yaptırıyor. Ne zaman ki ruh nefsi yenmeye bir güç sahibi olursa, o zaman inkılâp yapıyor.

Ama bu inkılâp nerede olur? Ne zaman olur? İnsanlarda 79 ahlâki zemime var. 79 ahlâki hamide var. Ahlâki zemime kötü huylardır. Bunlar vücuttan gitmedikten sonra, 79 ahlâki hamide bunların yerine gelemez. Bunların her birisi bir teşkilâttır. 79 ahlâki hamideler ahlâki zemimelerin altında. Her bir ahlâki zemime gidince, ahlâki hamide çıkıyor. Mesela diyelim ki teyp kara bir cisim. Bunun altında ne var? Beyaz bir cisim. Teyp alınınca beyaz bir cisim ortaya çıkıyor. Bunu da Cenâb-ı Hakk öyle halk etmiş. Noksan sıfatımızı ikmâl etmek, şeriatle, tarîkatle oluyor. Şeriatle hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçiyor, Tarîkatla da beşerî sıfattan melekî sıfata geçiyoruz.

İnsan ne zaman bu 79 ahlâki zemimelerin hepsini atarsa altında 79 ahlâki hamideler çıkıyor. Güzel ahlâklar çıkıyor meydana. O zaman insan beşerî sıfata geçer. Ama bir insan hayvanî sıfattan beşerî sıfata geçmiş. Onda ahlâki zemime de vardır. Ahlâki hamide de vardır. Ahlâki zemimelerin hepsini atmamış, ahlâki hamidelerin hepsini elde etmemiş. Ama herşey ekseriyete tâbidir. Bir insanda onun için, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne var.

Nefs-i emmarede bütün ahlâki zemimeler var. Hiçbir ahlâki hamide yok orada. Küfür sıfatı nefsi emmare. Hayvan sıfatı. İşte nefs-i emmareden geçmek için, küfür sıfatından kurtulmak için, şeriatımız olacak, ibadetlerimiz olacak. Namazı, abdesti, her ibadeti olacak. Allah'ın emirleri işlenecek. Günah-ı kebairlerden kurtulacak ki nefs-i emmarelerden kurtulmuş olsun.

Nefs-i emmarelerde zaten cihat yoktur. Cihad zaten levvamede başlıyor. Bir insan içki içiyor, kumar oynuyor, hırsızlık yapıyor, adam öldürüyor. İbadet yok. Günah sevap bilmiyor. Haram helal bilmiyor. Bunda cihad var mı? Yok. Cihad levvamededir. Levvameye geçer ama levvame ile emmarenin bir merbudiyeti var. Diyelim ki bir müslüman, bir gayri müslim ile komşu olmuş. Bitişik komşularda komşuluğun çok iyi olması lâzım ki, o gayri müslim olana ondan bir şey bulaşsın, o küfürden uzaklaşsın. Levvameye geçmiş ama levvamede cihad ta çok büyüktür. Müridin en çetin hali levvamede, en çetin cihadı levvamededir. Çünkü küfüre yakınlığı var. Emmareye yakınlığı vardır, levvameden mülhimeye doğru küfürden uzaklaşıyor. Fakat mülhimede tamamen noksan sıfatından kurtulamamıştır. Beraat etmemiştir. Ta ki nefsi mutmayinneliğe geçinceye kadar.

İnsanlar meşâyihsiz tarikatsız nefsi mutmainneliğe geçemez. Hani bak Cenâb-ı Hakk:

"Ancak sizin kalbiniz zikrullah ile mutmain olur." buyuruyor.

Zikrullahla mutmain olur ama bu zikrullahı insanlar kendi kendine yapamaz, kendi kendine yapmış olduğu zikir asla asla..

Ancak belki yine namaz kılmak zikirdir. Kur'an okumak zikirdir. Allah'ın isimlerini zikretmek zikirdir, fakat bu zikirler icabında emir aslında. Bakın farz var, vacip var, sünnet var. Farz Allah'ın emri. Şüphesiz delil. Keza Kur'an var. Peygamberimizin nübüvvetine en büyük delil, en büyük müjde Kur'anın inmesi. Bu nedir? Farz. Bir de vacip var. Vacip nedir? Peygamber Efendimize Cenâb-ı Hakk'ın meleksiz ve vahiysiz indirmesidir. Bu ne oluyor? Hadis-i şerif, Hadis-i kutsi diye ikiye ayırıyorlar.

Kutsi Hadis: Vacip makamında.

İnsan Kur'andan bir şey inkâr etse, bir kelimeyi inkâr etse, kâfir olur. Vacip çünkü. Şüphe götürmeyen bir delil. Nasıl mesela konuşması olmuşsa, bu olmuş mudur? Olmamış mıdır? Bakın: Peygamber Efendimiz Miraç yaptı. Miraçtan indi. Miraç da sordu:

- "Yarabbi ben bu Miracı söyleyeyim mi kullarına?"

- "Söyle, habibim."

- "Yarabbi kim inanır buna?"

- "Ebu Bekir inanır. Habibim kimse inanmasa o inanır." İndi söyledi. Peygamber Efendimizin Ebu Bekir Efendimizi görmeden söylediği kişiler inanmadılar. Haşa haşa.

- "Muhammed göklere çıktım, melekleri gördüm. Cenneti, cehennemi gördüm, diyor. Böyle yalancılık olur mu?" diye inanmayanlar arasında yayıldı. Sıddık-ı Ekber Efendimize dediler ki:

- "Gel bak, senin Muhammed diye inandığının yalanı çıktı meydana." diyor ki "Ben göklere çıktım cenneti cehennemi seyrettim"

Sıddık-ı Ekber Efendimiz:

- "Kimden işittiniz bunu? "

- "Muhammed'den işittik."

- "Doğrudur. O söyledi ise ben inandım, doğrudur."

Vacip: Meleksiz, vahiysiz, Cenâb-ı Allah'ın habibine bildirmesidir.

O da ne yapmış? Cebrail'in getirdiğini bütün bildirmiş. Bunu herkese bildirememiş. Zaten onun için buyuruyor ki Hadis-i Şerifte:

"Rabbim benim sadrıma ne doğdurduysa ben onu yâr-ı gârım Ebu Bekir'in göğsüne aktardım."

Sadr: Göğüs. Yâr-ı gâr: Mağara arkadaşı.

Bundan ashabının haberi var mı? Hayır. Ama ashabın Kur'an'dan haberi var. Altıbin altıyüz küsur ayet gelmiş. Ashabının önünde okudu öğretti. 114 sûre 23 senede tamamlandı. Ama Peygamber Efendimiz Miraçta 90 bin kelâmı Cenâb-ı Hakk'la konuştu. Bir miraçta 90 bin kelâm konuşuyor. İşte vacip budur.

Bir de sünnet var. Peygamber Efendimizin kendiliğinden işlediği ameller sünnet olmuştur bizlere.

Ashabının işlediği sünnet olmuş mudur? Nasıl olmuştur? Çünkü o zaman cahiliye devri. İslamiyet gelişiyor, çoğalıyor, yayılıyor. Ashaptan da bir amel işlemişler, Peygamber Efendimize sormuşlar:

-" Ben bunu böyle işledim." Diye danışmışlar.

Efendimiz:

- "Güzel işlemişsin" demiş. O da olmuş sünnet. Yok bir daha bunu, böyle işleme demişse. Terketmişler. Onun için kitap, sünnet, icmâ var.

Kitap: Allah'ın emirleri. Kur'an.

Sünnet: Peygamber Efendimizin emirleri.

İcma: Külli bir amelin çoğunlukla kabul edilmesi, ekseriyeti elde etme.

Nefs-i emmâre: Nefs-i emmarede 79 ahlâki zemime dolu. Nefs-i levvâmeye geçince yarıya düştü. Ahlâki zemimelerin bir kısmını atmış oluyor, ahlâki zemimeleri azaltmış oluyor. Her bir ahlâki zemime gidince yerine ahlâk-ı hamide, her bir çirkin ahlâk gidince yerine güzel ahlâk geliyor. Ne zaman ki 40 tane ahlâki hamide oluyorsa, yarıdan bir fazla ekseriyet bir tarafa geçiyor. O zaman ruh inkılâp yapabiliyor. Nefsi aşağılanıyormuş. O zaman ne oluyor? Yine nefis ölmez. Ancak 79 ahlâki hamideyi elde eden bir insan yani bu cesedi nefisten kurtarıp ruha teslim etmek için inkılâp yapan insan ne oluyor o zaman:

"Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar oluyor ki: Noksan sıfatlardan beraat ediyor. Noksan sıfatlardan, kemâl sıfatlara geçiyor. Zaten noksan sıfatlardan kemal sıfatlara geçiyorsa o zaman "Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar oluyor. Halbuki nefis ölmez. Bir peygamberin de nefsi vardır. O da beşer, o da bir kul. Yemesi var. Peygamberler yerlermiş, içerlermiş, uyurlarmış, hasta olurlarmış. Velilerde de bu var, insanlarda da bu var. Demek ki nefis ölmüyor.

Onların nefisleri ne olmuş? Islah olmuş. Nefisleri ıslah olmuş. Nefis anasır-ı zıddiyettir. Anasır-ı zıddıyet değişmiş. Ceset var ya, dört maddeden yapılan ceset. Su, ateş, toprak hava bunlar değişiyor. Bunların ham maddeleri has maddeye dönüşüyor. Ham maddeden, has maddeye dönmek için şeriat, tarîkat, hakikat.. Şeriatsız, tarîkatsız bir insan hakikate geçemez. Tarîkattan hakikate geçince bir insan, bu ham maddeleri atıyor, veyahutta bu ham maddeleri, çeviriyor has maddeye. Bakın:

Bilinmez âlemin sırrı- nihândır
Dört şâhın hükmüyle döner cihandır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd


Evrat: Zikir.

Bu kelâm buyurulmuş "Bilinmez alemin sırrı nihandır." Nedir bu?

Vücudumuzun sırrına akılımız ermiyor. Ruhumuzu bilemiyoruz. Ruhumuz var. İnkâr edebilir miyiz? İnsanın hayatı ruhtadır. İnsanın hayatı gidiyor. Hayat demek: Bu dünyadaki beşeriyeti, yaşantısı. Bu gidiyor. Anasır-ı zıddıyet değişiyor.

Nedir anasır-ı zıddıyet?

Vücudumuzdaki dört madde. Anasır-ı zıddıyet değişmediği müddetçe, bunların çok büyük zararları var.

Ateş: Bizi kavgaya, nizaha sevkediyor, onun zararı bu.

Su: Bizi, sürüklüyor. Yani bir sebat yok. Yok o tarafa, yok bu tarafa kayıyor. Halbuki insanlara sebat lâzım.

Her kim ki pâyına yüz sürdü etti sebatı, ol buldu necâtı.

Bu ancak meşâyihe intisapla olur, demek ki su bizi kaydırıyor. Zâhirde de böyle. Bir kimse senin aleyhinde bir şey konuşsun, hemen onunla dostluğun bozulur. Bu defa düşman olursun.

Hava: Senin vücudunda olan hava sana benlik getiriyor. Kendini dağlardan yüksek görüyorsun.

Toprak: Senin vücudunda bir de toprak var. O da sana tembellik veriyor. Amelini işleyemiyorsun. Bunların görevleri bu. Nasıl ki dabak ham deriyi aldığı zaman, hem de pis hayvanın derisini, affedersiniz merkebin, ayının, kurdun, tilkinin... ne kadar pis hayvan derisi varsa hepsini alır, kabul eder. Temiz hale getirir. Onu bırakalım. Herhangi bir hayvanın dabak görmemiş derisinde bir sertlik vardır. Onda bir çirkinlik vardır değil mi ? Kötü bir rengi de var. Hem çirkin, hem sert. Hem de pis. Ama dabağa girince ne oluyor? Pisliği de gidiyor, sertliği de gidiyor. Çirkinliği de gidiyor. Sonra kullanılır hale geliyor. İşte burada ibadetin aleti olmuş. Her şeyi bizim için kolaylaştırmış. Ruhsat verilmiştir bizim için. İbadeti kolaylaştırıyor, 24 saatte bir defa. Hatta soğuklarda, acil zamanlarda ne yapıyor? Kolaylaştırıyor.

Ama bu deri dabak görmeseydi nasıldı? Pis bir deriydi. Yahutta çirkin bir şeydi. Ne oldu burada? İnsanların anasır-ı zıddıyeti değişince dabak görmüş deri gibi olur. Onun pisliği gider. Sertliği gider. Çirkinliği gider.

Ama bu dört anasır herkeste vardır. Bazı insanın ateşi daha galipse o hükmünü yürütüyor. Yani bir insan hem kavgacı, hem teşvikçi, hem de benlikli olamaz. Ama bir insanda bu dört maddenin hangisi galipse mesela ateşi daha galipse, o hükmünü yürütüyor. Kavgacı oluyor, cinayet işliyor, adam öldürüyor. Ötekinin suyu galipse teşvikçi oluyor. Kim ne derse onun sözüne kayıyor. Ama hak, ama batıl, evet ondan ekseri batıla gider. Havası galipse onda da benlik vardır. O da hiç kimseyi beğenmez. Kendisini herkesten yüksek görür. Kimisinin de toprağı galip olur. Tembel olur, battal. Kur'an'ı Kerim'de geçiyor. Cenâb-ı Hakk battalları sevmiyor. Bu tembellik maddi tembellik değil. Çok iş görür. Çok çalışır ama ameli olmaz. Bu o tembelliktir. Onun tembelliği galiptir. Amel tembelliği var. Ama bunlar değişince ne oluyor?

Bilinmez âlemin sırr-ı nihândır
Dört şahın hükmüyle döner cihandır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd


Allah'ı zikrediyor her eşya. Ayetle de sabit:

"Sizin cansız gördüğünüz her eşya beni zikreder." buyuruluyor:

Fakat burada dört şahtan murat ne? Edilleyi şeriye. Zâhirde: Kitap, sünnet, icma, kıyas. Bunlar olmasa insanlar hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçemez. Bunlar olunca hayvâni sıfattan beşerî sıfata geçilir.

Dört şahın hükmüyle döner cihandır

İnsanlar bir cihandır. İnsanlar bir varlıktır. İnsanlarda kalp âlemi vardır. İnsanlarda o kalp âlemi var ya, o kalp âlemi dünyalardan, göklerden, yerlerden büyük.

Orada neler var? Kainatta Cenâb-ı Hakk ne halk etmişse hepsi orada var. Bu nedir? Dört şahın hükmüyle edilleyi şeriye olursa, seni hayvanî sıfattan beşerî sıfata dönderir. Olmazsa hayvanî sıfatta kalıyorsun.

Bir de tarîkatta bu dört şahtan murat: O da seni beşerî sıfattan melekî sıfata çevirecek, bu da nedir?

Bu da: Muhabet, ihlas, âdap, teslimiyet. Bunlar olunca, beşerî sıfattan da geçince ne oluyor? Ârif oluyorsun. Ondan sonra kâmil oluyorsun.

Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd


Ariflerin de bu eşyayı ayrı bir görüşü var. Bizim görüşümüz gibi değil. Burada nasıl bir şey var? Biat etmişler. Cenâb-ı Hakk'ın varlığını seyrediyorlar. Niye?

Çünkü kendi noksanlarını ikmal etmişler. Bizim noksanımızdır, bu eşyayı bize noksan gösteren. İnsanlar demek ki ârif sınıfına geçince (Ârif: Ayık demek) her eşyanın hakikatine mâlik oluyor. Mahiyetine mâlik oluyorlar. Halbuki eşyanın hakikatini düşünecek olursak dikkat edin, hiç bir eşya kendi gücünden kaim değildir. Hiç bir madde. Bunlara hep Cenâb-ı Hakk "Kün" yani "ol" demiş olmuş bunlar. Bir sanatkâr bir şeyi icat eder. Bu sehpayı yapmış bir adam. Peki tahtasını bulmasa ne ile yapacaktı bunu bu adam? Bunun için burada dikkat edin.

Filan adam şunu yaratmış deniliyor. Bu sözü sakın ihvan arasında konuşmayın. Bu hatalı bir söz. Çünkü yaratmak, yoktan var etmek Allah'ın zatına mahsustur.

İnsanlar icat ederler. İcat ise bir maddeyi çevirmek. Bu neymiş, sehpa olmuş. Maddesini bulmuş sehpa yapmış. Maddesini bulmasaydı neden yapacaktı? Ama Cenâb-ı Hakk yok iken "ol" demiş olmuş bütün mahlukat, mesnuat, cemadat.

Cemâdat: Yer cismi Nebatât: Bitkiler. Mahlukat: Canlılar.

Ama bu canlılar sade insan değil. Yerde gezen böcekleri düşünelim. Ormanlarda, dağlarda, vahşi hayvanları düşünelim. Bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var, gördüklerimizden çok görmedilerimiz var.

Cemâdat ta böyledir. Yani yerin altında olan madenler, maddeler... Bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var. Gördüklerimizden çok görmediklerimiz var. Bir de nebatat var. Bitkiler, sebzeler, meyvalar.

Bir de canlılar: Denizde, karada, havada bunlar var. Bunları Cenâb-ı Hakk bir maddeden yapmamış ki... Zaman ve işlemli olmamış ki bunlar... Bu sehpayı usta yapmış. Ama buna bir işlem yapmış. Bir zaman harcamış. Bu kadar halkiyet Cenâb-ı Hakk'ın "kün" demesiyle var olmuş.

Ârif olanlara özge seyrandır. Denilince burada şunu anlayacağız.

Hiç bir madde bütün cemadat, nebatat, mahlukat, kendiliğinden kaim değil. Bütün hepsi Cenâb-ı Hakk'ın "ol" demesiyle olmuştur. Kıyamette her şey yok olacak. Ta ki gökteki ziyası ile parlayan yıldızlar, ay, güneş, onların hepsi yok olacak. Melekler, o büyük melek-i mukarrabin, Cebrail, Azrail, Mikail bunlar hep yok olacak. Allah'ın zatından başka kimse kalmayacak.

İşte ârifler eşyayı ne yapıyorlar? Özge seyran ise eşya onlar için bir mir'at olmuş, ayna olmuş, ama onlar önce kendilerini arındırmışlar ki, eşya da onlar için ayna olmuş, ayna edinmişler eşyayı. Tasavvuf öyledir. Büyükler ne demiş:

Kâmil o'dur ki: Onlar bütün eşyayı mir'at eder. Allah'ın varlığını onda müşahede ederler. Allah'ın zatının varlığında bütün eşyanın yokluğunu müşahade eder.

İşte böyle bakın:

Kamu varım sen oldun.

Yunus Emre ne diyor?

Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Havadaki kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni


O niye öyle söylüyor? Bakmış ki dağlarda, taşlarda, nebatlarda, bitkilerde, kuşlarda her ne varsa Allah diyor. Zikir ediyor.

Kâmile her eşya olmuş bir evrâd.

Kâmil insanda öyle olmuş ki her şey ruh olmuş. Cisim gidiyor. Her eşya zikir ediyor. Lâ ilâhe illallah.

"Lâ"yı iskât eyleyenler dâim illâ "Hû" çeker
...


"İllâ"ya geçir bırakma bizi menzil-i "lâ" da
Hicrân oduna yakma şahım eyle keremi


Burada bir mürit tasavvuf ehli râbıtaya müracaat ediyor. "İllâya geçir bizi." Bırakma menzili "lâ" da. Hicranın daha büyük. Kerem eyle. Bize iyilik et, kerem et de ayrılıkta bırakma. Ayrılık büyük bir ateştir. Lâ'da bırakma bizi. Evvel Allah, zâhir O, batın O. Zâhir de olsa biz O'nu göremiyoruz. Bizim varlığımız perdelemiş O'nu. Biz varlığımızdan kurtulacağız ki O görünsün.

Onun için illâ'ya geçir bizi bırakma lâ da. "Lâ" hâşâ Estağfirullah, var olan Allah'ın yokluğudur. Bu arada Allah'ı göstermeyen ne oluyor? Bu eşya, senin benim varlığım. Sen ben varlığından geçince eşyanın varlığından da geçiyorsun. Sen de bir aynasın. Eşya da bir ayna. Neyi gösterir? Cisimleri gösterir. Kendini gösterir.

Bu berzâh âlemin geç gör neler var
Eriş nûra ki sende kalmaya nâr
Olursun âlem-i ruhtan haberdar


Burada bize zarar veren benliğimizdir. Anasır-ı zıddıyetimizdir. Noksan sıfatlarımızdır. Nur ise ruhumuzu makamına ulaştırmak. Bunun esası da şeriat, tarîkat, hakikat, mârifettir.

İşte böyle. Beyler, Efendiler! Allah'a şükür, çok şükür bin şükür.

Ruh şöyleymiş böyleymiş, biz onları anlayamayız. Ancak bizim şeriatımız var, tarîkatımız var. Bu nefsimizle, bu cesedimizle bunu tatbik edeceğiz. Birbirimizden bilmediğimizi öğreneceğiz.

- Beş vakit namazınızı kılın.

- Tarîkattaki hizmetlerinizi görün.

- Hatmeye geldiğiniz zaman siyasetten konuşmayın.

- Ruhtan, şundan bundan katiyen konuşmayın.

- Gıybet konuşmayın.

- Malayanî konuşmayın.

- Allah'a şükür okuma biliyorsunuz. Divan var elinizde okuyun.

- Bilenler de, şu kelâm şunu ifade ediyor, bu kelâm bunu ifade ediyor diye izah etsin.

- Size başkaları ve yaptıkları ne lâzım?

- Tarîkattaki eksikliklerinizi tamamlayın.

Tarîkatta ki hizmetimiz:

- 24 saatlik süre içerisinde,
- 15 dakikalık yapmış olduğumuz dersimiz.
- Namazlardan sonraki virdler.
- Evvabin namazı.
- Teheccüd namazı.

Fazla bir şeyimiz yok. Şeriattaki hizmetlerinizi görün, tarîkattaki hizmetlerinizi görün. Daha gerisine karışmayın.


[ Tasavvuf Sohbetleri 1 ]