[ Tasavvuf Sohbetleri 2
]
|
"Meşayihe
sadece sevgi ile değil,
ahlâk ve amel ile de bağlan."
İnsan zengin olur. Fakat gönlüne girmemişse
fakirdir. Zengin ama fakir gönüllü. Gururu yok, kibiri yok. Zenginliğini
Allah yolunda harcıyor. Zenginin iki ameli vardır. Eğer malî amelini yaparsa
zengin. Onun zenginliği onun için nur olur. Cennet amelle kazanılır. Malî
amelde var. Bedenî amel de var.
Malî amel: Hac, zekât. Sadaka-yı câriye. Halka hizmet götürürse bunlar
sadaka-yı cariyedir. Cami, medrese, çeşme, yol, köprü, okul bunlar sadakayı
cariyedir. İnsan ölse gitsede sağ imiş gibi amel defteri kapanmıyor. Zengin
olup fakir gönüllü olursa Zülcenaheyn olur. Onun zenginliği onun gönlüne
girmez. Gönlünü meşgul etmez. Fakirleri yedirir. Fakirleri giydirir. Bütün
ihtiyaçlarını giderir. Halka hizmet yerleri açar. Onun zenginliği nurdur.
Bir zengin daha vardır ki, zevkine dalmış. Safâsına dalmış. Meşk yerlerinde
bütün harcamalarını meşkine harcıyor. Onun zenginliği nârdır. Birisi cenneti
kazanıyor, diğeri cehennemi kazanıyor.
Fakir olur da zengin gönüllü olursa o da zülcenaheyn. Fakir ama hiç kimsenin
zenginliğinde, malında gözü yok, hâline razı olmuş. Âlim olmuş, câhil
gönüllü o da zülcenaheyn. Âlim ama ilminden dolayı kendisinde gurur kibir
yok. Kendisini üstün görmüyor. Câhil isyan eden demektir. Su ile topraktan
halk edilen cesed, su ile topraktan yapılan Beytullah'a yönelmezse ibadet
kabul olmaz. Cenab-ı Hak "Ben yerlere, göklere sığmam mümin kulumun
kalbine sığarım." buyurmuştur. Gönül sahibi; Evliyaullah'ın
kalbi. Hakikatte Beytullah insanların kalbidir. Ama o kalb açılmış bir
kalbe bağlanacak ki, irşadın anlamı o. İlim de insanları irşad etmez.
Amel de irşad etmez. Eğer ilim irşad etseydi, Mevlânâ Hazretlerini irşad
ederdi. İmamı Rabbani Hazretlerini irşad ederdi. Daha çok büyük âlimler
onları irşad ederdi. Demek ki insanların ilmi bir nimetin kapısını açamıyor.
O kapıyı açan evliyaullah'tır. Meşâyih olmadan o kapı açılmaz.
Gönül sahibine gönülden bağlanmak. "Allah'ın ipine sarılın"
( Âl-i imrân suresi, ayet 103) diye bir ayet var ya; bu sevgidir. Görünen
bilinen bir ip yok aslında. Bu bir sevgidir. Meşâyihi sevecek ki Allah'ı
bulacak.
Rûmuzlu âyetleri açan hadisler oluyor. Hadisleri de açan kelâm-ı kibarlar
oluyor.
Bir Kelâm-ı Kibar:
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.
Allah'a şükür. Günaha, sevaba, hayıra, şerre inanmışız, sayında da bulunuyoruz
ama biraz laçkalık var. Tam ciddiyet yok. Halbuki olması lâzım. Cenâb-ı
Hak dört şeyi dört şeyin içerisinde gizlemiş:
1- İnsanlar içerisinde velilerini gizlemiş. Bu insanların içerisinde Allah'ına
kulluk etmiş, Allah'ın indinde makbul olmuş veliler var. Bunları gizlemiş.
İnsanlar içerisinde velileri gizlemişse, nasıl ki bizim hâkir gördüğümüz
bir kimse bakarsın ki o bir velidir. Allah'ın indinde iyi bir insandır.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor;
"Biz insanların boyuna, soyuna, güzelliğine,
zenginliğine bakmayız. Kalplerine bakarız." O senin hâkir gördüğün
insan Allah'ın indinde senden üstün ve de çok makbul olabilir.
2- Taatlar içerisinde rızasını gizlemiş. Taatlar içerisinde rızası; büyük
büyük ameller işler insan, bakarsın onun ameli Allah'ın indinde makbul
olmaz. Bir ufak amel işler insan, bakarsın onun ameli Allah indinde makbul
olur.
3- Duâlar içerisinde icâbetini gizlemiş. Hangi dua Allah'ın indinde kabul
olur, oda bilinmez. Hangi dua, hangi kişinin duâsı, kimin duâsı kabul
olunur, oda bilinmez. Korkmak lâzım, Allah'tan havf etmek lâzım.
Cenâb-ı Hak "Müttaki olun, müttaki olanlar kurtulur"
buyuruyor.
4- İşte günahlar içerisinde de gadabını gizlemiş. Bazen Allah, büyük günah
işleyene gadap etmez; küçük günah işleyene gadap eder. Büyük günah işleyen
onun havfını çeker, nefsine uymuş olur, ona Allah gadap etmez. Eğer sen
bir küçük günah işleyip de onun havfını çekmezsen, sana gadap eder Allah.
Allah'a olan aşkın nihayeti yoktur. Allah'a olan ilmin nihayeti yoktur.
Esirler içerisinde Caferi-Tayyar'ın oğlu Abdullah da bulunuyor. Bunların
kim olduklarını tetkik etmişler bakıyorlar ki bunlar eşraftan insanlar.
Şahsiyetli, büyük insanlar. Âlim kimseler. İstanbul'a gönderiliyorlar.
Esir olarak Kral Kostantin'in yanına getiriliyorlar. Rum papazları, keşişleri,
âlimleri, Kostantin'e rica etmişler.
- "Bunları sen bize ver, dinimize çevirelim. Bunları Hristiyan
dinine çevirirsek, bunlardan çok yararlanırız."
Almışlar bunları götürmüşler kiliselerine. Kilise de bunları öyle bir
yere hapis etmişler ki, dinlerine dönmeleri için. Onlar da dönmemişler.
Papazlar çare aramışlar:
- "Bunlara şarab ile domuz eti yedirirsek dönerler. Nasıl yedirelim"
demişler.
- "Bunlar aç kalsınlar. Mecbur kalsınlar yesinler."
Kilisede bunları hapis ediyorlar, yanlarına da domuz eti ile şarap koyuyorlar.
Mecbur kalsınlar yesinler diye bir hafta bekliyorlar. Bir hafta sonra
inceliyorlar ki, ne şarabın ağzı açılmış. Ne de domuz eti yenmiş. Hiç
dokunulmamış. Keşişler hayret ediyorlar.
- "Bunlar bir haftadır birşey yemediler. Ama yine sıhhatliler.
Bir hafta sonra yine gidiyorlar, yine aynı. Bir hafta daha duralım"
diyorlar. Yine gidiyorlar. Yine bakıyorlar aynı. Bir hafta daha duruyorlar
yine aynı. Dokunulmamış. Yine aynı. Neşeleri, sıhhatleri yerinde. Hayret
ediyorlar, bunlara soruyorlar:
- "Siz bir aydır birşey yemediniz. İçmediniz size gaipten mi
birşeyler geliyor?" diye soruyorlar. Onlar da "Hayır"
diyorlar.
- "Biz Muhammed ümmetiyiz. Bize gelen kitapta bir ay oruç tutmak
vardır. Biz buraya girince niyet ettik. Bir ay Allah bizi muhafaza etti.
Açlıktan korudu. Hissetmedik."
- "Peki bir ay daha hapis edersek sizi?"
- "Yine bir ay daha savma niyet ederiz. Yine Allah bizi korur."
Anlıyorlar ki bunları dinlerine çeviremeyecekler. Kostantin'e soruyorlar;
- "Ne yapmamız lâzım?"
O arada Hz. Ali Efendimiz bir mektup gönderiyor. Medineyi Münevvere'den
Kostantin'e. Diyor ki;
- "Esirler içerisinde benim kardeşimin oğlu var. Caferin oğlu
Abdullah. Onları bırakın. Azat edin. Bırakmazsanız beni oraya getirmeyin.
Oraya gelirim." Korkularından azat ediyorlar.
Demek ki insan rûhun gıdasını verirse nefsin gıdasına gerek kalmıyor.
Ama bizim tarikatımız riyazet tarîkatı değil, şeriat tarîkatı. Şeriatta
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Yiyin, için, israf etmeyin."
Yeter ki lokmamız helâl olsun ve hadisi şerife göre olsun. Allah'ın emrine
göre olsun. Hâdis-i şerîfte Peygamber Efendimiz diyor ki: "Midenizin
boşluğunu üçe taksim edin. Bir bölümü yemek, bir bölümü su. Bir bölümünü
de nefes payı yapın." buyuruyor. "Helâlından yiyin.
Ne yerseniz yiyin. Tatlısını da yiyin. Etlisini de yiyin. Sütlüsünü de
yiyin." Gafil yemeyin. Bizde riyazet yok. Fakat riyazet tarîkatları
var. Ne yaparlarmış? Hurma ile oruç tutarlarmış. Zamanımızda da var. Onlar
öyle ki, yemek içmek arzuları kalmamış. Ölmeyecek kadar bir parça ekmek,
üç beş tane zeytinle besleniyorlar. Üç beş tane hurma ile günlerini geçiriyorlar.
Bizde bu yok. Lokmamız helâl olacak. Gafil yemiyeceğiz. Gafil yersek nefsimize
yedirmiş oluyoruz. Ama huzur ile, râbıta ile yersek rûhumuza yedirmiş
oluyoruz. Huzur denilince: Allah'ı anarak râbıtayı anaraktan yersek, râbıta
nuru onda tecelli ediyor. Pis kesilen hayvan yenilmez. Müslüman kesmeyince
pis oluyor. Yani "Bismillah, Allahüekber'dir" onu temiz
eden. "Bismillah, Allahüekber" denilmedikten sonra
hayvan yenilmez. Allah'ın ismi hayvanı temiz ediyor. Allah'ı anmadan yersek
onun zulmeti geçmez. Temiz olmaz, pis olur. O nefsin gıdası oluyor. Nefis
de pistir. Amma "bismillah" denilirse onun pisliği gider, nuru
kalır. Nur ise rûhun gıdasıdır. Gâfil yersek nefsimiz ondan gıda alıyor.
Eğer huzurla yersek rûhun gıdası oluyor.
Gâfil olmayalım. Her lokmamız helâl olsun. İbadetimizde eksikliğimiz olmasın.
Ki biz de bu nimetlere malik olabilelim. Huzurla yiyelim.
Şeytan Cenâb-ı Haktan: "Yarabbi! Ben ne yiyeceğim?"
diye istediği zaman, Cennetten atıldı. Hz. Adem'e "suhuf"
geldi. Onun yiyeceği içeceği, çalışacağı, kazanacağını bu suhufta emredildi
O'na. Fakat İblis tekrar "Ben ne yiyeceğim?" dedi.
Cenâb-ı Hak onu tenkidle "Ya Melûn. Benim ismimi, Habibimin ismini
anmadan yiyip içenlerin yediği senin olsun." dedi. Onun için
lokmamız helâl olacak ve ayık yiyeceğiz. Tıka-basa doldurmayacağız. Midede
teneffüs payı olmazsa rahatsız eder bizi. Rahatsız olunca sıhhat olmaz.
O zaman ibadet sağlıklı olmaz.
Nebi, Sıddık, Selman, Kasım estü Caferi Tayfur
Ki ba'dez bul Hasan şud bu Ali vü Yusuf est Gencûr.
Hasan-ı Basr-i Hazretleri Hacca niyetlenmiş. Halk tarafından sevilmiş,
tanınmış bir meşâyih.
Hac zamanı gelmiş, hazırlanmışlar. Öyle bir saat gelmiş. Toplanacaklar
Hasan Basri Hazretlerinin başkanlığında Hacca gidecekler. O belli saat
o belli yere toplanmışlar. O gelmemiş. Niye gelmedi diye merak etmişler.
Bir adam yollamışlar. Demiş;
-"Ben gelemiyorum." Bütün hacılar
demişler ki:
-"Ne eksiğin varsa tamamlayalım. Paran mı eksik
nedir?" diye sormuşlar?
- "Yok" demiş.
- "Mazeretim var. Siz gidin Allah kabul etsin."
Gelemiyorum demesindeki sebepte şu imiş: Sabahleyin belli bir yere toplanıp
gideceklermiş. Akşam 6-7 yaşlarında bir çocuk ağlayarak gelmiş.
- "Niye ağlıyorsun?" demiş.
- "Şurada et pişirip yiyorlar da bana vermiyorlar"
demiş.
Kalkmış çocuğun dediği yere gitmiş. Bakmış ki yıkık dökük bir bina. Etrafında
duvarlar var, üstü yok. Orada da et parçaları var. Bir taraftada pişiyor.
Demiş;
- "Niçin bu çocuğa et vermediniz? Ağlayarak yolladınız?"
- "Haramdır diye vermedik" demişler.
- "Nasıl olur? Size helâl olan şey ona niçin haram olsun?"
- "Kaç gündür açız açlıktan ölmeyelim diye deredeki leşin etinden
kestim getirdim. Onu pişiriyoruz?" demiş.
Bunu duyunca Hac masrafının parasını onlara veriyor. Gitmemesinin sebebi
buymuş. Bunu açıklamıyor. Gitmiyor. O yıl hacılar Arafat'ta Vakfe'de iken
gaipten öyle bir nida geliyor ki:
- "Ey hüccac bu seneki sizin haccınızı Hasan Basri Hazretleri
hürmetine kabul ettim." Bir kaynaşma oluyor. "Kim bu
Hasan Basri" diye soruyorlar? Fas hacılarını buluyorlar. Kim
olduğunu anlıyorlar.
Demek ki insan öleceği zaman ölmemek için. Haram olan bir şeyin de ölmeyecek
kadar haramlığı kalkıyor. Bu zamanda haram-helal ayrılığı kalmamış. Peygamber
Efendimizin emri var. "Ümmetimizin üzerine öyle bir zaman gelecek
ki, riba yemeyen kalmayacak. Yemeyenin de burnuna kokusu gelecek."
Bu da şudur ki: Evet "benim faizle işim yok." diyebilirsin.
Senin yok ama, kardeşin, oğlun, yakın akraban. Bunlar yapıyorlar. Bir
bardak çayını içmen, kokusunu alman demek oluyor. Tarîkatımızda üç şart
vardır.
1- Abdestli olmak: Abdest müslümanın silahı. Abdestli olan insan
her zaman her ibadete hazır demektir (özürü olursa başka).
2- Lokmada ihtiyat: Helal lokma aramak. Helâl lokma yemeye dikkat
etmek, şüpheli şeylerden kaçmak. Ama şimdi her şeye şüphe girmiş. Şüphe
var. Ama kaçmak nasıl olacak? Allah'a sığınırım. Cenâb-ı Hak "Müttekî
olun" buyuruyor. Takva sahibi olan kurtulur. Olmayan kurtulamaz.
Ama takva sahibi olan kim? Cenâb-ı Hak yine bir işaret bildiriyor. "Sizin
en çok müttekî olanınız, en çok Allah'tan korkanınız." İşte
şimdi müttekînin zamanıdır. Allah'tan çok korkacağız. Allah'a sığınacağız.
3- Hıfz-ı nisbet: Muhabbetini muhafaza edebilmek. Muhabbetini
taşırmayacak, bildirmeyecek. Muhabbeti neden zarar görüyorsa, muhabbetine
zarar getirecek herşeyden sakınması lâzım. Onun için bizim Şeyh Efendimiz
buyurdu ki: "İhvanlar kitap okuyun. Ama okuduğunuz kitapla tarîkatımıza,
mürşidimize daha çok muhabbetiniz geliyorsa o kitabı okuyun. Eğer o kitabı
okumakla, mürşidimize eksiklik oluyorsa okumayın." Nitekim falan
zamanda bir memlekette bir çatlama, patlama oldu ihvanlar arasında. Bir
hoca İmam-Hatip Okulu'nu bitirmiş. Gelmiş ihvanların içerisine kitap okumuş.
Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatı. Bizim ihvan kitaptan bir şey anlamaz.
Bizim ihvanımız sohbet dinler. Nefsi islah eden, terbiye eden sohbettir.
Terakki sohbettedir.
Kelâm-ı Kibarda:
Anın dervişleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşâd eyler sohbette
Cemâlin görenler kalır hayrette
Mest olur yiğidi Pir-i Sami'nin
Piri Sami Müceddid'dir. Bir asrın müceddidi. Zülcenaheyn, zâhir ve bâtın
ilmini bitirmiş. Seydayı Tagi Hazretleri manevî dedemiz oluyor. Şeyh Efendimiz
Dede Paşa. O'nun üstü Muhammed Beşir Efendi. Onun üstü Muhammed Sami Hazretleri.
Onun üstü Abdurrahman Tagi Hazretleri. İşte Adıyamanla biz oradan ayrılıyoruz.
Hatta Pir-i Tagi Hazretlerine biz onlardan daha yakınız. Niçin? Piri Tagi
Hazretlerinin bir halifesi Şeyh Fethullah. Ondan sonraki Hz. Ziyaeddin.
O'nun halifesi Ahmed Haznevî. Sülâleden hep âlim gelmiş, hem zâhir şeriatı,
hem de tasavvufu öğrenmişler.
Sonra, Şeyh Abdülhakîm hazretleri sonra da Muhammed Raşit. O beşinci oldu.
Bize gelince birincisi Pir-i Sami, ikincisi Muhammed Beşir, üçüncüsü Dede
Paşa. (Allah'a sığınırım) Biz kendimizi meşâyih yerine koymuyoruz. Sayıya
da katmıyoruz. Sayıya katmış olursak dördüncü oluyoruz. Evet muhabbetinizi
muhafaza edin, muhabbetinizi gizleyin.
Derûnun derdini her yerde açma
Var ise gevherin meydana saçma.
Herşey gizlidir. Ama muhabbeti gizlemekte çok fayda var. Çok terakki var.
Mesela; Hıfz-ı nisbet deyince, bu cezbe var ya muhabbeti taşırıyor. Taşırmamak
lâzım. Bir yemek taştığı zaman azalır, köpüğü gider.
Kelâm-ı kibar:
Köpürüp kapağın taşma derviş
Kabında pişip kemale eriş
Cezbe haktır. Ama cezbeden de geçmek lâzım. Cezbe çok kıymetlidir. Niçin
70 bin evrat çeken bir talible beraber cezbe sahibi terakki ediyor. Halbuki
hiç dersi yok. "Sen ders çekme demişler" cezbe var. Zikirden
manâ kalpten Allah'ı unutmamak. Kalpte Allah'ın sevgisini taşımak. Zaten
onun kalbinde bir yol bulmuş. Bir aşk tecelli etmiş. Cezbe bundan ileri
geliyor. O kalbini doldurmuş taşıyor. Onu taşırmamak lâzım. Taşırmazsa
daha çok terakki edecek. Zikirle de bir noktaya kadar terakki ediyor.
Şuğul-u bâtın da fazla zikir yapanla beraber terakki eder. Cezbeyle beraber
terakki eder. Ama bir noktada üçü de durur. Cezbesi olan cezbesinden geçecek.
Şuğul-u batını olan da ondan kurtulacak. Fazla zikir yapan da ondan kurtulacak.
Bunların hepsi bir varlık oluyor. Bunlardan da geçecek insan. Çünkü bunlar
varlık oluyor. Kemâlât mahviyette zikir sahibi zikrinden geçecek, cezbe
sahibi cezbesinden geçecek. Şuğul-u batınide şuğulundan geçecek. Kalbini
sahibine teslim edecek.
Şuğulu bâtınide kalbine fazla düşünceler geliyor. İstemiyor geliyor. İstemiyor
geliyor. Burada cihad yapıyor. Cihâd-ı ekber yapıyor. Büyük cihad. Bu
da terakki ediyor. Diyor ki: "Yarabbi bu mülk senin. Ben buradan
muhalifleri çıkaramıyorum. Mülküne sahip ol" diyor. Ama bu son çare.
İşte herhangi bir kitabı okurken fıkıh meseleleri hariç, fıkıhı bizim
tarîkatımız istiyor. Her müslümanın dini ilmihalı bilmesi isteniyor.
Okuyacağımız kitap Şeyh Efendimize muhabbetimizi artırıyorsa okusun. Artırmıyorsa
okumasın. Herhangi bir hocanın vaazını dinleyince rabıtası artıyorsa dinlesin
yoksa dinlemesin. Herhangi bir nafile amel işlemek istiyorsa, bu yanlış
anlaşılıyor. Bizim tarîkatımızda nafile oruç tutmak yokmuş. Nafile namaz
kılmak yokmuş. Hayır. Yanlış anlaşılıyor. Bizim büyüklerimizin ameli kitapta
yazılı. Bunları yapacaksın. Bunları yapmazsan, ne kadar yaparsan yap makbul
değil. Bunları yap. Ondan sonra fazla olarak ne yaparsan yap. Ama bu yapmış
olduğun nafile ibadetler muhabbetini artırıyorsa işle. Artırmıyorsa işleme.
Çünkü bizim tarîkatımızda ancak râbıta ile terakki ediliyor. Yani meşâyihe
bağlanmaktır. Ama meşâyihe sade sevgi ve râbıta ile mi bağlanacak? Ahlakı
ve ameli ile de bağlanacak.
Huzur sahibine kitap okumak da manidir. Namaz kılmak da manidir. Niye
onu öyle bir nisbet sarmış ki hareket etmek istemiyor. Vermiş kalbini
Allah'a. Oturmak, kalkmak, yemek, içmek ona şuğul oluyor. Öyle bir makama
ulaşan mürit var ya namaz kılmak ona çok çetin gelirmiş. Çetinliği nedir;
Secdeye varınca kafasını secdeden kaldırmak istemezmiş, rükûya varınca
rükûdan doğrulmak istemezmiş.
İşte hıfz-ı nisbeti taşırmayacaksın. Cezbeyi tutmazsan zararı var.
Bilmeyenler anlamayanlar inkâr ediyorlar. Onların günahına sebep oluyorsun.
Cezbe haktır. İnkâr edilmez. Ama tutmak lâzım.
Gelin dergaha dervişler
Dergâh neresi? Sohbet yapılan, hatme yapılan yer. Bizim tarîkatımız sohbet
tarîkatı, rabıta tarîkatı, bizim tarîkatımız hatme tarîkatı. Hatmeye çok
kıymet vereceğiz. Bizim tarîkatımız hatme üzerine kurulmuş. Hatmeden büyük
amel aramayın bulamazsınız.
[ Tasavvuf Sohbetleri 2 ]
|